Nabizade Nazım, 1890 yılında natüralist bir
yaklaşımla kaleme aldığı uzun hikaye formundaki ilk köylü romanı Karabibik’i
yazmak için Kaş’ta altı ay kalmıştır. Görevli olarak gittiği Kaş’ta gözlemleyip
anlattığı mekan, kişi ve olaylar hem başarılı hem de bugünkü Kaş coğrafyasıyla
örtüşmektedir. Gözlem yapmadan kaynaklardan hareketle gerçekçi romanlar
yazılabileceğini düşünen Ahmet Mithat Efendi’nin aksine romanı için gözlem
yapmaya giden Nabizade Nazım’ın mesaj verme kaygısı yoktur ve Anadolu köylüsünü
anlatmıştır. Bu haliyle Ebubekir Hazım Tepeyran (Küçük Paşa) , Yakup Kadri
(Yaban) gibi yazarlar için köy romanı yolunu açmıştır. Köy, köydeki kişiler,
köylünün ilişkileri, köy kültürü… için romandan bazı bölümler:
“…
Ayağındaki iri, kalın pençeli, sökük yemenileri kemal-i zahmetle sürüklemekte,
lime lime, rengi cinsi belirsiz, muhtelif renkte yamalı dizliğinin deliklerinden
iç donunun toprak rengine nail olan rengi görünmekte, bir eski istibdal neferinin
kim bilir kaç sene evvel hediyesi olmak üzere malik olduğu ceketi, tutar giyilir
yeri kalmadığı hâlde ve bedenini ihatadan âciz kalmakla beraber yine sırtında bulunmakta;
bu ceketin altında kirli gömleğinin göğsü, yakası büsbütün açık kalarak kayış
gibi sert ve siyah olan vücudunun göğüs ve bağır kısımlarını hep açıkta bırakmakta
idi. Çenesinde beyazlı siyahlı olmak üzere ispat-ı vücut eden tek tük kıllar,
dik ve seyrek bıyıkların da inzimamıyla müdevver, gayet esmer, ufarak gölü olan
çehresinin heybetini artırmakta ve bu heyet-i acibe insanda tuhaf bir korku uyandırmakta
idi.”
“…
Otuz iki dönüm tarlası olanların da el ayası kadar toprağa göz dikmesi
münasebetsiz değil mi ya? Kendisi şu kadarcık tarla sayesinde ancak akşamları
bir kaşık sıcak çorba içecek kadar mal kaldırabiliyor. Elinden bu da çıksın da
açlıktan mı ölsün? Zaten Yosturoğlu’nun babası da bu toprak hırsından ölmemiş miydi?
O vaktin behrinde de babası himdi kendisi gibi ötekinin berikinin damına, tarlasına
göz koya koya herkesin canını yakmıştı.”
“Güneş ufk-ı şarkîyi teşkil eden tarafta,
güya denizden çıkıyormuş gibi Bahr-i Sefid’in donuk, durgun sathından doğru
yükselmekte idi. Temre ovası gecenin ayazı içinde uyuşmuş çilenmiş kalmış iken
güneşin henüz mail ve zayıf olarak intişar eden şuaatının tesiratı sayesinde
ısınmaya başlamıştı. Arkada Mira silsile-i cibalinin sekiz yüz metre rakımı
bile tecavüz eden sivri, çıplak tepeleri kar ile mestur bulunmakta idi. Mevsim
şubat iptidaları olup Karabibik’ten evvel davranmış olanların tarlalarında
yarım karış kadar yemyeşil ekinler baş kaldırmış idi.”
“Herkes işinin başına gitti. Karabibik
harımını ikmal ile uğraşmakta idi. Fakat şu öküz hesabı bir türlü zihninden
çıkmıyor idi. Koca İmam’dan gündeliği yarım mut zahireye istiare ettiği öküzler
gibi bir çift öküze kendisinin dahi malik olması halindeki saadetini düşünmekte
idi. Ah bir çift, bir çift! Bu hayvanları ne kadar sevecek idi. Yazın yaylaya
çıkarken eskisi gibi ‘malsız’ olarak gitmeyecek, bir çift güzel öküzü önüne
katarak köy halkının arasında sevincinden şarkı ünleye ünleye yürüyecek idi. Bu
saadetin hülyasına dalmış olduğu cihetle işinde makine gibi habersiz devam
etmekte idi. Fakat ufk-ı hayalâtı üzerinde bir karaltı peyda oldu:
Para! Bunun için yirmi mecid olsun lazım idi.
Ah bu yirmi mecidi nereden bulmalı? Tüccar Anderya’ya koşmalı. Fakat Anderya’ya
olan borç da çoğaldı. Daha geçen gün herif bir salkım çetele gösterdi. Çetele
artıyor. Lâkin çare yok bu isteği de yerine getirmeli. Günde yarım mut bu!”
“Karabibik bir çift satın almayı zihnine
koymuş, karar vermiş gitmiş idi. Fakat şimdi mesele öyle bir çift bulmakta idi.
Karabucak köylü Durali üç öküzden fazla olanını satmak istiyordu. Fakat bu da
pek zayıf idi. Bir deri bir kemik; hem de on iki mecid istiyordu.
Kadıkum köylü Sarı Ali kızı Ayşe’nin de
satılık bir hayvanı vardı, ama bu da hasta idi. Termeli Andanoğlu’nun öküzleri
ise pek yavuz, ama pek tuzlu: Çiftine otuz bir mecid istiyordu. Ni hâl etmeli?
Karabibik bu meseleyi zihninde evirip
çevirmekte ve fakat hiçbir hâl-i sahih bulamamakta idi. Bir taraftan da
Anderya’daki çetelelerin yekûnunu toplamaya çalışıyordu. Bilemem bundan kaç gün
evvel yarım okka yağ için Anderya’nın mağazasına gittiği zaman bilmem ne kadar
çentik saymıştı. Kırk mı elli mi bilemiyorum gayrıkim. Ah hocalar gibi yazıp
okuma bilmemek ne kadar fena. Mah işte ne kadar borç vardır insan bilmez ki;
keşki kızan iken mektebe gitseydi! O vaktin behrinde de köyde bir hoca var
mıydı ya!
“Bütün mutluluğu karnının doyması ve üremeye
yöneliktir. Bunları sağlayacak araçlara ulaşması ise ancak para ile mümkün
olduğundan tefecilerin elindedir. Karabibik eserin sonunda isteklerine
kavuştuğu için mutludur. Benzer sıkıntıları bir yıl sonra yaşayacağını da
hatrına bile getirmez.”
“Karabibik’in girdiği yer kerpiç şeklinde
çamur parçalarından teşekkül etmiş dört duvar arasında sıkışmış sekiz arşın
boy, beş arşın en ve üç arşın yükseklikten ibaret bir mahallin üstü hâl-i
tabiîsinde çam gövdelerinden mürekkep çatı üzerine bir karış kalınlığında yağlı
toprak çekilmekten ibaret bir sakf ile örtülmüş ahır gibi yer odası idi.
Pencere namına hiçbir deliği olmayıp hava ve aydınlığı sade duvarın birisinde
ocak namıyla açılmış olan geniş, isli, kurumlu bir büyük delikten almakta idi.
Bu ocağın güya bacası olan dört kerpicin
irtifaı, hasıl olan dumanı çekemediğinden ve hele lodos havalarda şu karanlık,
rutubetli, dar ahırın içi ocakta yanan pırnal ve çam dallarının kesif, pis
kokulu dumanıyla boğulur kalırdı. Bu duman tavanın kütüklerini simsiyah etmiş,
duvarın topraklı cidarlarını kalın bir kurum tabakasıyla setreylemiş idi.
Odanın zemini adî kuru toprak olup şurasına
burasına Karabibik’in kim bilir kaçıncı karın akrabasından beri tevarüs
edegelen fersude, renksiz bir iki kilim parçası atılmış, bir köşeye bir iki
kırık, murdar toprak çukal, bir iki tahta kaşık, bir iki tahta tabak, diğer bir
köşeye içi yayla unu ile dolu bir kavanoz, darı unu ile dolu bir yayık, bir
yufka sacı, bir sacayak, yağ, pirinç gibi bazı erzak kapları filân yığılmış idi.
Ocağın karşısındaki duvar tarafında da iki ot yatağı, iki yün yastık, iki
yorgandan ibaret bir yığın üzerine Huri’nin iki kattan ibaret olan elbisesi
darmadağınık bir surette atılmış idi.”
“Akşam üstü Karabibik damın kapısından
girdiği zaman kızı Huri tembel tembel uzanıp yatmakta idi. Huri’nin yaşı otuzu
geçmiş olduğu hâlde henüz kendisine bir koca zuhur etmemişti. Gayet esmeri
gözleri patlak ve çipil, sağ bacağı topal, dudakları küçük, vücudu etine
dolgun, ayakları hem iri hem nasırlı, elleri küçük ve nazik, saçları kara ve
dizlerine kadar uzun idi. Ahlâk cihetinde ise bazı fezailiyle beraber, birçok
da nekayısı mevcut idi; mesela gayet tembel olduğu hâlde, gayet merhametli idi.
Kibri epeyce ziyade, cahil, odun gibi kaba ve fakat çocuklara muhabbeti ziyade
idi. Bu hâl ile bir dikkatli valide olmaya müstait ve kabil idi.
“Karabibik’in girdiği yer kerpiç şeklinde
çamur parçalarından teşekkül etmiş dört duvar arasında sıkışmış sekiz arşın
boy, beş arşın en ve üç arşın yükseklikten ibaret bir mahallin üstü hâl-i
tabiîsinde çam gövdelerinden mürekkep çatı üzerine bir karış kalınlığında yağlı
toprak çekilmekten ibaret bir sakf ile örtülmüş ahır gibi yer odası idi.
Pencere namına hiçbir deliği olmayıp hava ve aydınlığı sade duvarın birisinde
ocak namıyla açılmış olan geniş, isli, kurumlu bir büyük delikten almakta idi.
Bu ocağın güya bacası olan dört kerpicin
irtifaı, hasıl olan dumanı çekemediğinden ve hele lodos havalarda şu karanlık,
rutubetli, dar ahırın içi ocakta yanan pırnal ve çam dallarının kesif, pis
kokulu dumanıyla boğulur kalırdı. Bu duman tavanın kütüklerini simsiyah etmiş,
duvarın topraklı cidarlarını kalın bir kurum tabakasıyla setreylemiş idi.
Odanın zemini adî kuru toprak olup şurasına
burasına Karabibik’in kim bilir kaçıncı karın akrabasından beri tevarüs
edegelen fersude, renksiz bir iki kilim parçası atılmış, bir köşeye bir iki
kırık, murdar toprak çukal, bir iki tahta kaşık, bir iki tahta tabak, diğer bir
köşeye içi yayla unu ile dolu bir kavanoz, darı unu ile dolu bir yayık, bir
yufka sacı, bir sacayak, yağ, pirinç gibi bazı erzak kapları filân yığılmış idi.
Ocağın karşısındaki duvar tarafında da iki ot yatağı, iki yün yastık, iki
yorgandan ibaret bir yığın üzerine Huri’nin iki kattan ibaret olan elbisesi
darmadağınık bir surette atılmış idi.”
“…
Hele Huri tembel olduğu kadar obur idi. Üç tane yufkayı peşkir gibi katmer
katme bükerek birbiri üzerinde önüne yığmış, pilav çukalını da kendisine doğru
pek ziyade çekmiş idi. El kadar bir yufka parçasını avurduna tıkadıktan sonra iki
kaşıklık kadar pilavı da birlikte yutmaya çalışırdı.”
“Huri bu fikre pek iştirak edemiyor idi.
Fakat bir erkekten daha iyi düşünebilecek değil a. Belki babası daha
akıllıdır.”
“
‘Kaş’a çağrılmak’ köylüler için mezara çağrılmaktan beter gelir. Çünkü Kaş’a
çağrılmak demek merkez-i kaza olan Kaş’ta mahkemeye davet olunmak demek idi.
Tüccar alacaklarını istifada biraz müsamahalı davranırsa mahkeme vazifesini günü
gününe ifa eder. Hem de oraya kadar sürüklenmek, hanlarda birçok masraf etmek,
günlerce işten güçten kalmak köylülerin gücünü yıldırır.”
“…
Henüz uyku sersemi bir kadın avluda sabah tuvaletini yapmakta idi. Tombul, orta
boylu, ablak çehreli, sarı saçlı güzelce olan bu kadın Linardi’nin karısı Eftelya
idi. Karabibik’i görnce sırıtarak bağırdı ki:
—Ne ister Karaböbrek?
Karabibik yılıştı. Ağzı kulaklarına değecek
derecede sırıtarak dedi ki:
—Seni görmee geldim.”
“Dih… Ha gözüm ha. Çic çic çic çic!..
Yürrüüü! Hööt!.. Dah dah!..
Karabibik birinci dönümü bitirmek üzere idi. Sağa
sağa kaçmaya çalışan ‘Benekli’ yi öğendirenin burnuyla yola getirmekte idi.
Yüreğinde bir sevinç duymakta idi. Sabanın sapına kemal-i gurur ile sarılarak
kuvvetli demirin açtığı çığır üzerinde ağır hatveleriyle yürümekte idi.
Harımın yanına kadar yaklaştı. Hayvanları
harmanlayıp ikinci dönüme geçti. Hem yürüyor hem şarkı gibi bir şey
mırıldanıyor idi: Bas gidelim, yavrum da bas gidelim!”
Kaynak: (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk
Dili Ve Edebiyatı (Yeni Türk Edebiya Anabilim Dalı Nâbi-Zâde Nâzım Hayatı,
Sanatı, Eserleri Yüksek Lisans Tezi Hande Akdağlı Ankara-2009)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı bekliyoruz.