21 Nisan 1911’de Genç Kalemler
dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” makalesi ve bu makale ışığında ortaya çıkan
tartışmalar Türkçenin sadeleşme tarihi açısından bir dönüm noktası olarak kabul
edilmektedir. Dilde sadeleşme edebiyatta millileşmenin önemli bir kilometre
taşı olan bu makale, “Yeni Lisan” Makalesi Etrafında Gelişen Tartışmalar
(İnceleme-Metinler)-Ayhan Erbaş” başlıklı yüksek lisans tezinde Hakkı Tarık Us’tan
alınarak kullanılmıştır. Ömer Seyfettin tarafından Genç Kalemler’de soru
işareti ile yazılan Yeni Lisan makalesinin tam hali:
YENİ LİSAN
Eski Lisan-Edebiyatımız-Millî
Edebiyatımız-Şarka Doğru-Garba Doğru-Bugünküler
Başkaları-Hastalıklar-Tasfiye-Nasıl? -Milliyete Doğru-Tasfıye Sarfı-İsimler ve
Sıfatlar-İmlâ-Gaye-Ey Gençler! -Netice.
Eski Lisan
Nedir? Asla konuşulmayan, Lâtince
ve İbranîce gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taallük
eden bir şey!.. Size bunun tarihini çabucak çizelim. Biz Asya’dan Garba,
Anadolu’ya hicret etmişiz. Din ve edebiyat bize Arabî ve Farisî öğretmiş. Hatta
bir zamanlar resmî lisanımız Farisî olduğu gibi, bir padişahımız da Arapçayı
bize umumî ve millî bir lisan olmak üzere kabul ettirmeye kalkışmış.
Hicretimizin ilk asırlarında Arabî ve Farisî birçok kelimeler lisanımıza
girmiş. Bunun kat’iyen zararı yok. Lâkin edebiyat, sanat ve dolayısıyla
tezeyyün-i fikrî Arabî ve Farisî kaideler de getirmiş. Türkçe muvazenesini
kaybetmiş. Tabiata muhalif ve son derece sun’î bir hâl kesp etmiş. Fakat nasılsa
yine aslını, esası olan fiiller ve sîgaların istiklâlini muhafaza etmiştir.
İşte bu istiklâldir ki bugün bize Türkçeyi tekrar eski sâfiyet ve sühûletine,
tabiîliğine irca etmek ümitlerini veriyor.
Edebiyatımız
Bunu da kısaca söyleyelim:
Tabiata muhalif edebiyatımızın birbirinden farklı muhtelif devreler geçirdiğini
iddia etmek manasızdır. Edebiyatımızın tarihini yazanlar, tabiî olmaktan ziyade
sarî ve irsî bir tasnif veyahut taklit sâikasına mağlûp olarak, bunu
yapmışlardır. Mutlaka bir devre istiyorsanız, söyleyelim -bu öyle muhtelif ve
müteaddit değil- ancak iki devre vardır:
1. Şark’a Doğru: İran’a.
2. Garb’a Doğru: Fransa’ya.
Vaktiyle Şark’a doğru, İran’a
gidenleri bugün Garb’a gidenlere benzetebiliriz. Onlar sözde Türkçe yazdıkları
divanların yanına şöhret ve iktidarlarını teyit ve takviye etmek için bir de
Farisî divan yapmasını ihmal etmezlermiş. Şimdiki gençlerin Fransızca
manzumeler ve piyesler tertip edip iftihar etmeleri gibi. Evet birtakım Türk
şairleri, hakîmleri hep Arapça yahut Acem lisanı üzere yazmışlar. Padişahların,
hükûmet adamlarının Farisî bilmeleri lâzım gibi imiş. Padişahlardan Farisî
divanlar yapanlar gelmiş. Vehbî bu lisanın kolaylıkla temsili için Tuhfe’sini
yazmış ve büyük bir hizmet ediyorum, zannetmiş.
Millî Edebiyatımız
Yokmuş. Hâlâ da yok. Olanlar da
muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden, iptidaî şarkılardan ibarettir. Bu niçin?
Neye bizim millî edebiyatımız yok? Sebep pek basit... İzah edelim: Edebiyat
nedir? Eski nazariyeye göre “Şiir ve hayal sanatı” değil mi? Şiirler, hemen
umumiyetle denecek derecede “aşk ve muaşaka” hikâyeleridir. Aşk, sevişmek ise
dolayısıyla bizde memnudur. Kim sevilir?... On dört on beş yaşında baliğ ve
güzel bir kızcağız!... Değil mi? On beş yaşına giren bir kızı muhitimizde
babasından, amca ve dayılarından, kardeşlerinden başka kimse göremez.
(Faidelerini, kutsiyetini, hikmetini burada tekrar etmek bahsimizden hariç
olan) “tesettür” keyfiyeti buna manidir. Bir kocalı kadın, bir dul kadın, yine
bu sebeple, sevilmek değil, hatta görülemez bile... Fakat bu muaşaka
ihtimalinin külliyen memnu ve merdut bulunmasını edebî, ictimâî terakkîlerimize
mâni addetmek -bugün için- turfanda bir ukalalık, büyük bir hatadır. Bu
memnuiyet bizi, her terakkî eden kavmin sükût ettiği o müthiş zaaf ve zevk
girdabına düşürmeyecek, başımızda hissî sersemlik fırtınaları koparmayacak,
bizi maddî ve menfaatle dolu yollarına sevk eylemeyecektir.
Sarka Doğru
Araplar bedevîyet sayesinde
kadınlarla muaşaka edebilmişler, hakikaten müessir ve muhrik şiirler vücuda
getirmişlerdir. Bizim medenî İslamiyet’imiz kadınlarla erkekleri şiddetle
birbirinden ayırdığından hakikî ve mariz aşklara meydan kalmamış. Hakikî aşklar
olmayınca şairler hayalleriyle muaşakaya başlamışlar. Şiirlerinde-hakikatin o
basit sadeliğine mukâbil hayalin mutantan, alacalı, boş sun’îliği husûle
gelmiştir. Samimî hareket edenler, hakikati yazmak isteyenler de
ahlâksızlıkları Bizans hislerinden mamul heykeller dikmişlerdir. Nedim’in
“Hammâm-nâme”si Fâzıl’ın “Hûbân-nâme”si, Vehbî’nin “Şevk-Engîz”i, Rahmî’nin
“Nâme-i Dil”i gibi!... Yüzlerini Şarka doğru çevirerek yazan şairlerin
hitaplarını, ahlarını, ohlarını, gazellerini, göz yaşlarını umumiyetle kadınlar
için zannedenler bir sünnet çocuğu kadar masumdurlar. O neslin son şairi olan
Muallim Naci’nin, son neşr olunan Heder’lerini okuyunuz. Bugünkülerin ihtimal
manasını bile bilmedikleri “Hat-âver, çâr-ebrû” gibi tabirler görecek, bazı
soğuk telmihlerini pek iğrenç ve ahlâksızca bulacaksınız.
Garba Doğru
Muallim Naci öldükten sonra şark
devresini hakkıyla muhafaza edecek adam kalmamış Âkif Paşa’dan beri binasına,
teşkîline başlanılan Avrupa mektebi meydan almış. Abdülhamid’in sayesinde
siyaset ve ciddiyetle iştigal külliyen lağv olunduğundan bugün kendilerine
“dünküler” denilen eski edebî “Servet-i Fünun” heyeti ortaya çıkmıştır.
Fikret’le Cenap cidden güzel fakat son derecede milliyetimize, hissimize,
zevkimize muhalif Fransızca şiirler vücuda getirmişler. Faik Âli ikinci bir
Abdülhak Hâmit olmaya çabalamış, Halit Ziya Fransız romanlarını, hasseten Rene
Maizeroy okuyarak sahife sahife nakle başlamış, hasılı hiçbirisi esaslı ve
mühim bir teceddüd gösterememişler, yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar.
Eserlerinin isimlerini bile Fransızcadan aynen aşırmışlardır.
Les amérsde Phondaları, Perles
Noiresları bilmiyorsanız işte bu fenadır. Zira bir gün elinize “Emile Bergarac”
imzalı bir kitap geçer ve isminin (Lyre Brisée) olduğunu hayretle görürseniz, o
vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur kitabına kendiliğinden bir
isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile Fransızcadan aşırmaya mecbur kaldığına
müteessir ve müteessif olursunuz. Otuz beş sene evvel başlayansadeliği öldüren
onlardır; tekellüm lisanıyla yazı lisanını yani tabiî lisan ile sun’î lisanı birleştirmek
değil, kilometrelerle birbirlerinden ayırmışlardır. Onların öyle mısralarına,
öyle cümlelerine tesadüf olunur ki içinde hiç Türkçe yoktur. Eski lisanın
fenalıklarından hiçbirini değiştirmemişler, yalnız na’tleri, kasideleri,
destanları, terkib ve terci-i bendleri, muhammesleri, müseddesleri,
murabba’ları, gazelleri, kıt’aları bırakıp yerine sahte sonelerden müteşekkil
tatsız ve eskilerden daha manasız, mesrûk bir “salon edebiyatı” vücuda
getirmişlerdir.
Bugünküler
Yani Fecr-i Ati... Bunların yegâne
meziyeti “dünküler” namını verdikleri eski “Servet-i Fünun” kümesinin
mahiyetini, tamamiyle değilse bile, nispeten anlamış olmalarıdır. Fakat henüz
kendileri de yeni bir şey yapmamışlar. Ancak beğenmedikleri dünkülerin sun’î
eserlerini sahife sahife tekrar etmişlerdir. Dünküler en kullanılmayan
kelimeleri eski kamus sahifeleri arasında bularak bir muvaffakiyet imiş gibi
lisana katmaya çalışırlardı, ki bugünküler yalnız bu münasebetsizliği taklit
etmediler. Merhum Ahmet Şuayb, Gaston de Channe’ın kitabını ismiyle beraber
-kendisi tedkik etmiş kendisi tetebbu etmiş, gibi- Türkçeye geçirip âlim
şöhretini kazanmasına imrendiler. Onlar da rekabete kalktılar. Acele ettiler.
Hiçbirisi Ahmet Şuayb kadar Fransızca bilmiyordu. Anlamadan tercümeye
başladılar. Bugün ilmî olarak yazdıkları, yani tercüme ettikleri sahifeleri
karıştırır iseniz cümle değil, hatta birçok sîga hataları bile göreceksiniz.
Fakat vatanın bütün ümidi yine onlardadır. Onlar zekidirler. Çok gençtirler.
Tabiî okuyacaklar, çalışacaklar,
tekâmül edecekler, hele hiç şüphesiz asırlardan beri bizi millî bir edebiyattan
mahrum bırakan eski ve sun’î lisanı terk edeceklerdir. Evet ümidimiz
onlardadır. Eskilerin hepsi öldü. Dünküler felce uğradılar. Artık yegâne
nasipleri ölümdür. Eski lisanı yaşatan bugün “bugünküler”indir. Onların
dünküleri taklit etmekten vazgeçtikleri dakika hakikî bir fecir olacak, onların
sayesinde yeni bir lisanla terennüm olunan “millî bir edebiyat” doğacaktır.
Hastalıklar
Edebiyatımızın mazisi, hâli
hakkında muhtasar fakat oldukça vazıh bir kroki yaptık zannederiz. Görülüyor ki
şimdiye kadar millî bir edebiyat vücuda getirmemişiz. Eskiler İran’a teveccüh
etmiş, yeniler yani dünküler kendileri için yeni bir lisan ibda etmeğe lüzum
görmeyerek ve mümkün olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını
kullanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, bir intibah devresine giren Türklere
yeni, tabiî bir lisan, kendi lisanları lâzımdır. Millî bir edebiyat vücuda
getirmek için evvelâ millî bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları
içindeki lüzumsuz ve ecnebî kaidelerdir. Evet şimdiki lisanımızda Arabî ve
Farisî kaideleriyle yapılan cem’ler, terkib-i izafi, terkîb-i tavsifi, vasf-ı
terkîbîler yaşadıkça saf ve millî addolunamaz. Bu lisanı kimse anlamaz.
Ekseriyet bîgâne kalır. Kitaplar satılmaz. Vatanda mütalâa ve tetebbu merakı
husule getirilemez. Otuz milyonluk bir memlekette en büyük ve meşhur bir
gazeteden otuz bin nüsha satılamaz en mükemmel ve müfit kitabın satışı nadiren
bini tecavüz eder.
Tasfiye
Bunu nasıl yapmalı? “Dernek”in
arkasına takılıp akim bir irticâ’a doğru, “Buhârâ-yı şerif”teki henüz mebnâî
bir hayat süren, müthiş bir vukufsuzluğun, korkunç bir taassubun karanlıkları
içinde uyuyan bundan bir düzine asır evvelki günleri yaşayan kavimdaşlarımızın
yanına mı gidelim? Bu bir intihardır. Bu, seri ateşli toplarımızı, makineli
tüfenklerimizi bırakıp yerlerine; düşmanlarımız gelince -kavimdaşlarımız gibi-
üzerlerine atacağımız suları kaynatmaya mahsus çay semaverleri koymaya benzer.
Hayır, beş asırdan beri konuştuğumuz kelimeleri, me’nus denilen Arabî ve Farisî
kelimeleri mümkün değil terk edemeyiz. Hele aruzu atıp Mehmet Emin Bey’in hecâî
vezinlerini hiçbir şair kabul etmez. Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en
tabiî bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla
mükâlememize girmez. Yazı lisaniyle, konuşmak lisanını birleştirirsek
edebiyatımızı ihya, yahut icat etmiş olacağız. Maharetimizi, sanatımızı,
zekâmızı yalnız beş on kişilik bir edip kümesi takdir etmeyecek, karşımızda
anlayan, takdir eden, alkışlayan ve mükâfatını veren bir ekseriyet bulunacak.
Nasıl?
Nasıl mı? Pek kolay... Biraz
fedakârlıkla herkes yapabilir. Bakınız biraz zahmet demiyoruz, zira tabiî bir
hareket için zahmet ve ıstıraba lüzum yoktur. Biraz fedakârlık... Son asrın
nihayetlerine doğru garpta kadınlar kendilerini pek sehhar gösteren o dar
korsalardan nasıl vazgeçtiler. Nasıl mevhum ve itibarî güzelliklerinden biraz
feda ederek evvelâ kendi sıhhatlerine dolayısıyla ileride doğuracakları neslin
akıbetini temin ettilerse biz de öyle yapacağız. Türkçe kaidelerle her terkip
yapılabilir. Arabî ve Farisî kaidelerle niçin yapıyoruz. Bu bir ihtiyaç mıdır?
Hayır, biz onları tezeyyün için, süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için,.. İşte
bundan vazgeçelim. Lâfza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel
olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sade, beyaz, muhteşem,
kavî, ebediyete namzet, mermerden abideler olsun! Bunu ihtiyarlar, bunu
dünküler yapamazlar. Hiçbir ölü mezarını kendisi kazmaz. Onlar tabiî yaşamak
isterler. Hayatları eskilikle kaimdir “yeni” onların en büyük düşmanıdır.
Milliyete Doğru
Hareket zamanı artık gelmiş ve
hatta geçmiştir. Maziye, düne, zevke, itiyada aldanarak maddî düşünmekten
vazgeçmemeliyiz. Düşünmeli, yine düşünmeli, tekrar düşünmeli ve kat’î kararımızı
vermeliyiz. Lisanımızı böyle dağınık, meçhul, istidatsız bırakan nedir? Arabî
ve Farisî kelimeler mi: Asla.. Bir ihtiyaç neticesi olarak girenler bizim
olmuş, imlâlarını muhafaza etmekle beraber “Türk” olmuşlardır. Sem’, kafiye,
Arabî ve Farisî cem’ler, terkipler yapmak için, sırf süs, sırf ziynet için
girenler bu sebepler kalkınca tabiatıyla savuşurlar. Bize vâsi bir lisan lâzım,
lâkin muntazam ve mazbut olmak şartıyla! Dünyanın en mükemmel, en basit, en
sade ve tabiî bir sarfı olduğu bütün lisan âlimlerince iddia ve beyan olunan
Türkçe sarfımızı tanımalı, onun üzerine ifsat edici bir leke gibi düşen ecnebi
kaideleri atmalıyız. Arabî ve Farisî edatları asla kullanmamalıyız. Hele
terkipleri mutlaka, mutlaka Türkçe kaidesiyle yapmalıyız. O vakit lüzumsuz olan
bazı Arabî ve Farisî kelimelerin kendi kendilerine savuştuklarını göreceksiniz.
Tasfiye Sarfı
Bu pek küçük olacak fakat
maddeleri az kanunlar nasıl kuvvetli ve mükemmelen riayete elverişli ise bu da
öyle sade ve kat’î... Arabî ve Farisî terkipler atılacak. Hangileri müstesna
olacak? Evvelâ şunu söyleyelim ki ilmî, fennî ve edebî ıstılahlara şimdilik
dokunamayız. Muhîtü’l-Ma’ârif heyeti teşekkül etti. Bütün ıstılahlara kat’î bir
şekil verecek. Biz onları bir kelime gibi kabul edeceğiz. Terkip nazarıyla
bakmayacağız. Bakınız sonra nasıl:
1- Arabî ve Farisî kaideleriyle
yapılan bütün terkipler terk olunacak. Tekrar edelim: Fevka’l-âde,
hıfzı’s-sıhha, darb-ı mesel, sevk-i tabi’î gibi klişe olmuş şeyler müstesna...
2- Türkçe cem’ edatından başka
kat’iyen ecnebi cem’ edatları kullanılmayacak: İhtimâlât, mekâtib, me’mürîn,
hastegân yazacak yerde ihtimaller, mektepler, memurlar, hastalar yazacaksınız.
Tabiî kainât, inşaat, ma’âliyât, ahlâk, Müslümân gibi klişe hâline gelmişler
müstesna...
3- Diğer Arabî ve Farisî edatları
da atacaksınız? Eyâ, ecil, ez, min, an, ender, bâ, berây, bî, ilâ, ter, çe,
çend, zihî, alâ, fi, ke’enne, gâh, kâr, gîn, âşâ, veş, ver, nâk, yâr gibi
edatlar terk olunacak, ancak tekellüme geçmiş, tamamiyle Türkçeleşmiş olan
amma, şâyed, şey, kâşkî, lâkin, nâşî, hemân, hem, henüz, bari, yani gibileri
kullanılacak. Unutmayalım ki terk olunmasını arzu ettiğimiz bu edatlar
kullanılsa bile terkip kaideleri gibi lisanın tekellüme giren “sanatkâr” gibi
kelimeleri serbestçe söyler ve yazabiliriz.
İsimler ve Sıfatlar
Farisî kelimeleri, Arapça
mastarları, Türkçemizdeki manalarına göre isim veyahut sıfat telâkki edeceğiz.
Farisî ve Arabî nispet manasını ve edatını haiz olan kelimelere umumiyetle
sıfat diyeceğiz. Lisanımızda yalnız Türkçe kaideleri hükm edecek; yalnız
Türkçe, yalnız Türkçe kaideleri... Türkçenin mekanizmasını bozan Arabî ve
Farisî kaideleri bilmeyeceğiz. Anlamayacağız. Bu adım kat’î olacak, Yeni Lisana
ilmî, fennî, edebî yazılar yazacağız, hikâyeler telif şiirler tanzim edeceğiz
ve eskilerden kimse, hatta Tanin’in, şimdi susan, o meyus ve müteheyyiç
münekkidi bile artık mütehakkimâne: “Bizim lisanımızı, dünkülerin lisanını
telâffuz ediyorsunuz ve daha senelerce telâffuz edeceksiniz.” demeye cesaret
edemeyecek, görecekler ki bu lisan başka bir şeydir. Saftır, tabiîdir. Fuzulî
ve Nefî lisanının bir karikatürü, bir taklidi, bir harabesi, bir pastisi yani
dünkülerin, kendilerinin lisanı değildir. Şüphesiz ihtiyarlar mevcudiyetlerini
muhafaza etmek hissine mağlûp olacaklar, ölümlerini tahakkuk ettirecek; henüz
altında kımıldadıkları taze kabirlerinin üzerine bir nisyan abidesi dikecek
olan bu teşebbüse tenezzül etmiyorlarmış gibi-hücum etmezlerse bile düşman
kalacaklardır.
İmlâ
Arabî ve Farisî kelimelerin
imlâları şiddetle; dinî bir taassupla muhafaza olunacak. Türkçelere gelince,
mühim iltibasları menetmek için, şimdilik, makul ve mutedil bir tarzda “hurûf-ı
imlâ” kullanılacak... İmlâ meselesini zaman halledecektir. Onun için burada
muhakemeye lüzum görmüyoruz. Teşekkül edecek “Encümen-i Daniş”lerin âzâları
tabiî hep ihtiyar olacak. Onlar da bu meseleyi halledemeyecekler. Hükûmetin
lisan ve edebiyatla münasebeti olan kısmı, yani resmî âlimler daha yirmi beş
sene evvel bizim “ihtiyarlar ve ölmüşler...” dediğimiz dünkülere “üdebâ-yı
cedîde”ye bülûğa ermemiş çocuklar nazarıyla bakacaktır. Onları dört elle
sarıldıkça sarıldıkları eskiliği, maziye terk ederek biz gençler kendimiz
çalışmalıyız! Siyasî ve ictimâî inkılâplarda, ihtilâllerde iş başına, en öne
nasıl gençler, nasıl küçük rütbeli, yahut hiç rütbesiz gençler geçiyorsa ilmî
ve edebî ihtilâllerde de yine öyleleri geçmelidir. Fenalığını hiç kimsenin
inkâr edemediği eski lisanı ancak gençler esasından değiştirecek ve bir yenilik
husûle getireceklerdir. Yoksa edebiyatı; sultanî mektepleri edebiyat
muallimlikleri imtihanları için tertip olunan gülünç suallerden ibaret
zannedenler değil...
Çalışmalıyız, en muğlâk
mevzulardan Yeni Lisan’la tercümeler yapmalı, yazılar yazmalı, manzumeler
vücuda getirmeliyiz. Bu maddî delillerdir ki isyan ettiğimiz eski lisanı
devirecek, yerine tabiî ve millî lisanı yükseltecektir.
Gaye
Her şeyi hükûmetten beklemeyelim.
Bu irsî hastalığı tedavi edelim. Artık lisanımızın ıslah ve tasfiyesini de
hükûmete, maarif nezaretine bırakır ve bekler isek vay hâlimize... Maarif
Nâzırı Efendi Hazretleri [*] şüphesiz dünyanın en namuslu, en âli, en kalbi
temiz bir adamıdır. Kendini bütün hürmetlerimizle selâmlar ve isimlerini
işitince kırk beş derecelik bir zaviye hâsıl ederek eğiliriz. Bu, bizim
vicdanî, ictimâî, siyasî ve mukaddes bir vazifemizdir. Bununla beraber bu
muhterem, bu büyük, bu mütebahhir zatın cümlelerin tarzları ve teşekkülleriyle,
muzaf ve muzafun ileyhlerin, sıfat ve mevsufların evvel ve âhir gelmelerinden
dimağında hâsıl olan intibaın fen nazarındaki mahiyetini tanımadığını itiraf
etmeye mecburuz. Yaşının ve itminanının tesiriyle yeni felsefeye, fennin her
hakikati çırçıplak ortaya çıkaran yeni nazariyelerine, yeni hareketlerine
yabancıdır. Ve kendilerine benzeyen zatlar Fransa encümen-i danişinde de az
değildir. Çünkü bu yabancılık bir iktidarsızlık sayılmaz. Kim ne güzel belâgat,
ma’ânî, mantık, fıkıh ve saire bilirler. Fakat psikoloji, fizyoloji gibi yeni
ilimleri?.. Hiç! yahut pek az... Bunları bilen, bunlarla muhakeme eden gençler,
gençler, gençlerdir. Ömürlerini maziye hasr etmeyip daima müstakbele, fenne,
ziya ve hakikate koşan yeni gençlerdir. İhtiyarlarla, ihtiyar gençler artık
hiçbir vakit ekseriyeti teşkil edemeyecekler ve bu sebeple muhterem Maarif
Nâzırı Efendi Hazretleri’nin riyasetinde toplananların ilmî ve edebî “siyasî
değil” fikirleri yalnız kendilerine, yani maziye münhasır kalacaktır. Biz,
bütün karanlıklardan uzak, hür ve müstakil, ilim ve edebiyat için çalışacağız.
Gayemiz millî bir lisan, millî bir edebiyat vücuda getirmek olacaktır.
Ey Gençler
Ey gençler! Ey bugün eski
devirden kalma mekteplerin dar dershanelerindeki kuru sıralar üzerinde
müstakbeli kazanmak için çalışan gençler! Sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır.
Siz bütün dünyaca siyasî ve ictimâî mevcudiyeti silinmek istenilen bir milleti
kurtaracaksınız. Evet bütün dünyaca... Avrupalıların hilâl ve salip namına
yaptıkları haksızlıkları şüphesiz biliyorsunuz. Unutmayınız ki etrafımızdaki
Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan hükûmetleri ihtizâr dakikalarımızı beklediklerini
saklamıyorlar. Rumların, Bulgarların, Sırpların Osmanlılık vatanındaki
mektepleri meydanda... Oralarda şiddetli bir Türk düşmanlığı talim olunuyor ve
bunu bütün dünya biliyor, gazeteler yazıyor. O hâlde, korkmayınız, sizin
bilmenizde bir beis yoktur. Mehmet Ali’nin çocukları bir vakit Mısır’da
Türkçenin tekellümünü nasıl men edip Türklüğü oradan tart eyledilerse bugün
Suriye’de de lisanımıza karşı buna benzer bir istiğna görüyor, oralarda
“İstiklâl Fırkası” namıyla bir Arap cemiyeti olduğunu, hatta cemiyetin reisi
Avrupa gazetelerine muhbirlik ettiğini anlıyoruz. Arnavutların bir kısmı
tarihteki kardeşliğimizi unutarak, millî bir lisan, millî bir edebiyat ihdasına
çalışıyor ve fetvalara, İslâmiyet kaidelerinin esaslarına rağmen Hristiyan
harflerini, Lâtin harflerini kabul ve tamim için ceht ve gayrette bulunuyorlar.
Siyonizmin bile miskin ve irticaî emelleri bizim zararımıza müteallik gibi
duruyor. Haricî düşmanlarımızın kırmızı pençeleri, bu pençelerin zehirli
tırnakları içimizde, kalbimizin Maarif Nâzır-ı sâbıkı Emrullah Efendi üzerinde
kımıldıyor. Ey gençler! Bunları siz duymuyor musunuz? Yirminci asırdaki vâsi ve
müthiş “ehl-i salip teşkilâtı” silâhsız ve medenî hücumlarını zavallı yetim
hilâle, bizim üzerimize, Osmanlı Türklüğüne tevcih ediyor, beş yüz, altı yüz
sene evvelki mağlûbiyetlerin intikam heyecanları bugün kabarıyor ve siz ey
gençler, hâlâ uyuyor musunuz?
Netice
Uyanınız, galebe için
düşmanlarımızı tanımak lâzımdır. Ve biliniz ki bu asırda muharebeyi ordular
yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam ve
terakkînindir... İşkodra’dan Bağdat’a kadar bu kıtayı, bu Osmanlı memleketini
işgal eden Turanî ailesi, Türkler ancak kuvvetli ve ciddî bir terakki ile
hâkimiyetlerini, mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakkî ise ilmin,
fennin, edebiyatın hepimizin arasında intişarına vâbestedir. Ve bunları neşir
için evvelâ lâzım olan millî ve umumî bir lisandır. Millî ve tabiî bir lisan
olmazsa ilim, fen, edebiyat yine bu günkü gibi bir muamma hâlinde kalacaktır.
Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır. Biz bir köşeye çekilip
Nedim’in parlak fakat tabiata muhalif terkiplerini terennüm edersek mezarımızı
kendi elimizle kazmış oluruz. Ancak zevk ve şehvet, riya ve temellük
mevzularına lâyık olan o süslü lisanı, eski lisanı, beş asırlık bir
mantıksızlığın, bir tuhaflığın doğurduğu dünkülerin lisanını terk edelim.
Esaslarıyla, kaideleriyle yaşayacak olan Türkçemizi yazalım. Eski ve dünkü
edebiyatımızın mahiyetini işte deminden, hulâsa ettik. Acemistan ve Fransa’dan
çalınmış şeyler... Onlara kat’iyen ehemmiyet vermeyiniz. Ve biliniz ki
edebiyatımız, hakikatte bizim tarihimiz ve milliyetimiz için bir şan değil, bir
şeyndir.
Evet, ey gençler! Hepiniz Yeni
Lisan’ı ihya ve icada çalışınız. Zekânızı, maharetinizi, dünküleri körü körüne
taklide değil, Yeni Lisanı vaz ve tesise sarf ediniz. Yazdığınızı herkes
anlarsa, severse kitaplarınız çok satılacak, zengin olacak, sa’yinizin
mükâfatını göreceksiniz, dünküleri taklit etmekte devam ederseniz, bir gün
nihayet onlar gibi meyus olarak yazı yazmaya tevbe edecek, “otuz milyonun
lisanı” diye telif ettiğiniz kitabın beş yüz tane satılmadığını, kâğıdı
parasını çıkaramadığını görerek müteessir olacaksınız. Siz muhafazakârlık
ettikçe, yani maziye muhip ve sadık kaldıkça kaybolacak olan şahsî
menfaatleriniz yanında âli, muhterem, büyük bir menfaat millî menfaat da
kaybolacaktır. Bunun için mesulsünüz. Eskiler ve dünküler idraklerinde mahdut
ve masum idiler. Sathî ve behîmî düşünürlerdi. Onların gayesi “hâl ve mazi”
idi. Sizin gayeniz istikbal, istikbal, istikbaldir. Sizden sonra gelecek olan
nesil, idrakinize rağmen, muhafazakâr ve maziye muhip kaldığınızı görürse size
ebedî lânetler edecektir.
?
(Ömer Seyfettin, Genç Kalemler, Cilt
2, Sayfa 1, 8 Nisan 1327/21 Nisan 1911, s. 1-7, HTU: 48-51.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı bekliyoruz.