1-Orphée (1991)
2-Yıldızlar Mektup Yazar (1993)
3-Arzu Sapağında İnecek Var (1994)
4-Ay Falcısı (1994)
5-Deniz Kenarında Pazartesi (1997)
6-İmparator Çay Bahçesi (1997)
7-Pasifik Günleri (1998)
8-Aşık Papağan Barı (1998)
9-Örümceğin Kitabı (1999)
10-Elyazması Rüyalar (2000)
11- Ayışığı Sofrası (2000)
12-Aşkı Giyinen Adam (2001)
13-Uyku İstasyonu (2002)
14-Sis Kelebekleri (2003)
15-Beyoğlu’nda Gezersin (2005)
Nazlı Eray’ın Romanları Üzerine
Eserlerinde fantastiğin, bilim kurgunun, polisiyenin ve ütopik kurgunun
birtakım özelliklerini düşsel bir dünya içinde çoğulcu
bir şekilde kullanan
Eray, okuyucularını eğlenceli bir oyuna yönlendirir. Kullandığı karakterler ve tiplerle, zamanı ve mekânı
rahat kullanımıyla zengin düş dünyası
bir araya gelince
okuru âdeta büyüleyen bir kurgu oluşturur. Bu, büyülü ve düşsel dünyada farklı olay halkalarını
takip ederek temel olaya ulaşan okur, kurmaca
ile gerçek arasında
gider gelir. İtibarî dünyanın unsurlarını ‘gerçek’ fikrini sorgulama amacıyla kullanan yazar, mizah ve eleştiriyi de ihmal
etmez.
Bir kadın
hassasiyeti ile anılarını kurgularına sık sık yerleştirir. Yitirilmiş insanlar (özellikle yakın akrabalar), ulaşılamamış sevgiler, sevilen şarkıcılar ve sanatçılar,
politika günleri, geçirdiği hastalıklar, zamanla unutulmuş dostlar yazarın düşleriyle birlikte kurgu dünyasında yeniden
şekillenir.
Fantastik, masalsı,
kurgu bilimci ve rüya gibi anlatımıyla aşk, hayat, ölüm,
yalnızlık konularını farklı boyutlarda işler.
İnsanı her yönüyle
anlatmaya çalışır. “Eray’da
insan ögesinin ve sevginin mit hâline geldiğini söyleyebiliriz. Bu sevgi
sayesinde kentleri, sokakları, ünanimizmi çağrıştıracak biçimde, bir
canlı varlık gibi algılar anlatıcı.”258 İnsanların özlemlerini,
sevinçlerini, acılarını ve umutsuzluklarını
samimi bir şekilde işler.
Anılarındaki insanları ve olayları yeniden gündeme getirerek hayattaki mutsuzlukların, kırgınlıkların nedenlerini de sorgulayan bir yapı geliştirir. Bunu yaparken de hayatı şekillendiren toplumsal değerleri ve bu değerlerin insan ruhu üzerindeki
yapıcı ve yıkıcı etkilerini ironik bir şekilde verir. Toplumun abartılı inançlarını kurgularında malzeme olarak kullanırken insanlarla alay etmez. Bu inanışları düşselliği sağlamak amacıyla
gündeme getirir.
Romanlarında olayların geçtiği yerler, bilinen yerlerdir. Temele aldığı olaylarda gerçeklik payı yüksektir. İnsan ve toplum hayatındaki sosyal, politik, psikolojik
ve siyasal olayları
yoğun bir şekilde
kullanarak düşleri, gerçeklerin içine başarıyla yerleştirir. Düşsü ya da büyülü dünyayı
verebilmek için okuyucularının gerçek ve hayal arasındaki geçişlerini
yoğunlaştırır. Ancak yazar, genellikle anlattığı olayların kurmaca
olduğunu hatırlatan bir kahramanı ya da bir unsuru kurgularına yerleştirir. Bu tutum,
fantastik kurgu yazarlarının tutumlarıyla özdeştir.
Eray, eserlerini, çerçeve öykü tekniğine
uygun bir şekilde
düzenler. Bir dış
öyküyü iç içe geçmiş başka öykülerle işleyerek düşselliği yoğunlaştırmaya çalışır.
Binbir Gece Masalları’nı hatırlatan bu teknik,
doğu geleneğinde sıkça
kullanılırdı. Postmodern anlatıların getirdiği anlatım yöntemleriyle çerçeve öykü tekniğini başarılı bir şekilde sentezler. Romanlarında, modern çağın getirdiği birtakım unsurları (televizyon, dev ekranlar, fotoğraf makinesi, kamera… vb.) kullanarak masalsı anlatıma ulaşır. Kurgularında yaşamak istediği bir dünya oluşturarak ütopyanın imkânlarından da faydalanır.
Romanlarında kullandığı anlatıcı, sıkıntılı bir geçmişe sahiptir. Yazar, özlemleri, hüzünleri ve geçmişi ile her zaman anlatılarında kendini hissettirir. Hayatından memnun olmayan kahramanını, rüya ve hayal âlemlerine gönderir. Gerçek hayattan daha güzel, daha eğlenceli bir dünyayı kısa süreliğine benimseyen
kahraman, yaşadıklarının düş olduğunu bir süre sonra anlar. Ancak gerçek dünyaya
dönüş
sıkıntılı bir süreci de beraberinde getirir. Sorunlarını hatırlayarak üzülen anlatıcı, başka bir düş dünyasının içine
girerek kısa süreli kaçışlarla, eğlencelerle bir anlamda kendini iyileştirir.
Eserlerinde
bildik dünyanın ötesinde alternatif dünyalar oluşturur. Kahraman anlatıcı, gerçekliği algılasa
da düşsel âlem, gerçek âleme galip gelir. Düş-gerçek karmaşası, kurduğu itibarî âlemde zamanla
garipsenmeyecek bir durum hâline gelir.
Bu durum da yazarın kurgularını bir süre sonra büyülü gerçekçi romana
yakınlaştırır.
Eray, romanlarında sadece kendi hayat hikâyesini vermez,
başka şahısların hayatlarını da bu kurgu dünyasına ustaca
yerleştirir. Bu insanların hayat hikâyelerini
ayrıntılarıyla vermeye çalışır. Bu anlamda anlatıcının iyi bir
araştırmacı olduğunu da söyleyebiliriz. Gerçek hayatlarını en ince ayrıntısına kadar bilen anlatıcı, bu insanların
bakış açılarını yansıtmayı unutmaz. Dedesi Tahir
Lütfü Tokay, annesi
Şermin Hanım, dayısı Demir, Sadrazam
Mahmut Şevket Paşa, Rıza Nur, Marilyn Monroe, Eddie Fisher, Kraliçe Elisabeth, Şeyh
Küçük Hüseyin Efendi, Sebilci Hafız
Süleyman Efendi, Tayyareci
Fethi Bey, Tayyareci
Nuri Bey, Werner Herzog,
Che Guevera, Danton,
Mozart, Fouché, Robespierre, Sihirbaz Hans Morettti,
Sihirbaz Kalanag, Kraliçe Marie Antoinetıe, Roberto Cavalli gibi pek çok kişiyi gerçek hayattan seçmiştir. Bu kişilerin hikâyelerini
düşsel dünyada rahatlıkla kullanır.
Eray’ın eserlerinde ayrıntılı çevre
tasvirlerine rastlayamayız. Hikmet Dizdaroğlu bunun sebebini şöyle açıklar:
“Nazlı Eray’da çevre
betimlemesi, görünümlerin sergilenmesi diye bir şey aramayınız. Her şey, insan var olduğu için vardır; insanın dışında bir gerçek tanımıyor;
doğa tek başına
bir anlam taşımıyor; onu anlamlandıran, yorumlayan, gerçekliğini kanıtlayan insandır. Varlık ve nesnelerin gerçeklik payı, insana göre’dir.” 259
Bu yüzden, kahramanlarının bakış açılarını eserlerinde ayrıntısıyla verir. Mantıklı bir olay dizisi bekleyen
okuru, hayalden rüyaya
ve oradan da
gerçeğe rahatlıkla geçirir.
Bilinmeyene yolculuk eden kahraman ve okur, hem hoş vakit
geçirir, hem de eğlenirken düşünme
fırsatını bulur. Olayların
aniden ve tesadüfen
gelişimi, yazarın kurgularının en
belirgin özelliklerindendir. Tesadüfler
ve beklenmedik
zamanlarda yaşanan değişiklikler kahramanları ve mekânı da etkiler.
Bu yönüyle Eray, eserlerine masalsı nitelikler kazandırır.
Gotik
romanda olduğu gibi hayaletler, canavarlar ve öldürücü şatolar yazarın eserlerinde
yer almaz. Çağdaş
insanı temel alan yaklaşımı, onun eserlerini gotik
romana değil, fantastik kurguya yakınlaştırır. Romanlarında kullandığı ölüler, insanları huzursuz etmez, korkutmaz. Kendi yarattığı, günlük yaşamda benzeri olmayan yaratıkları ya da gerçeküstü olayları
gerçeği sorgulama amacıyla kullanır.
Sonuç olarak Nazlı Eray, fantastik unsurlarla, hayata ilişkin farklı temalarla Türk Edebiyatında düşselliği başarıyla
kurgulayan yazarlarımızdandır.
NAZLI ERAY’IN ROMANLARI
1-Orphée (1991)
Ölümden kaçmak ve sevgilisi Orphée’yi
aramak için başka bir ülkeye
gelen anlatıcının maceralarını
işleyen bu romanda düşsellik yoğunluktadır. Yardımcısı Bay Gece ile aramalara başlayan anlatıcı, arkeolojik bir kazı alanında, mermer bir heykelle karşılaşır. Bu heykel, Roma İmparatoru Hadrian’a aittir. Heykelin bir güvercin vasıtasıyla gönderdiği mektuplarla iletişim kurarlar.
Anlatıcı, imparatora, yeni çağın getirdiği yenilikleri göstermeye çalışır.
Bu sırada Ankara,
bir uçak bileti
alarak anlatıcının bulunduğu
şehre taşınır. Bu kente yavaş yavaş yerleşmeye başlar. Anlatıcı ve yardımcısı, ‘Paris’te
Son Tango’ filmini
Orphée’nin evinin duvarına
yansıtınca, film kahramanları ile Orphée bir araya gelir ve filmle gerçek karışır.
Filmdeki kız tetiği çekince Orphée vurulur ve ölür.
2-Yıldızlar Mektup Yazar (1993)
Anlatıcının sahip olduğu bir çakmağın üzerindeki Avusturya Kraliçesi Elisbeth’in
gerçek dünyaya aniden
gelmesiyle başlayan roman,
Şehit Nuri Beyin
İstanbul’a dönüşüyle düşsellik
kazanır. Sigmund Freud’un
Viyana’daki evini daha
önce gören anlatıcı,
rüyalarında Freud’a terapiye
gider. Kraliçenin oğlu Arşidük Rudolf’un intiharını engellemek için Freud’dan yardım alan anlatıcı,
bu macerada Şehit Nuri Beyin F–16 uçağıyla
geçmişe yolculuk eder. Bu kişileri
1899 yılından alarak, 1993 Türkiye’sine getirir. Bütün televizyon programlarının yoğun ilgisi
ile karşılaşan bu kahramanlar, bir Talk Show’a çıkarlar. Programdan sonra Muazzez Ersoy Arşidük’e şarkılar söyler. Arşidük’ün üzerindeki büyü, Medyum İsmet tarafından çözülerek geçmişe ait bir olay
çözüme kavuşur.
3-Arzu Sapağında İnecek Var (1994)
Roman,
1989 yılında Ankara'da Nazlı Eray' ın evinde başlar. Semra Özal ve
Marie Antoinette kendisiyle söyleşi yapmak için gelmişlerdir. Turgut Özal da telefonla eşini arayarak anlatıya
katılır.
Aynı gece anlatıcı, arkadaşı Mehmet ve Kraliçe
Antoinette ile bir diskoya gider. Orada Fransız Devrimi'nin önemli isimlerinden Fouché, Robespierre, ve Danton ile tanışır.
Başka bir arkadaşının davetinde Amadeus Mozart ile öpüşünce
anlatıcı, arkadaşı ve kraliçe kendilerini devrim Fransa'sında bir zindanda bulurlar.
Zindandan kurtulmak için Mehmet ile öpüşür ve 2020 yılının New York'una geçerler. Bu şehirde
etten yapılmış, insanlardan çok da farklı olmayan robotlarla
karşılaşırlar. Alain Delon
modeli bir robotla
tanışarak Rüya Ekranları
Ormanına giderler. Buradaki ekrandan arkadaşı Mehmet'in düşlerinde kendisini seyreder. Mehmet’in kendisine duyduğu aşkı
öğrenir.
Bir öpüşme sonucu anlatıcı ile Mehmet, kendilerini astronot olarak Ay yüzeyinde bulurlar. Buradan
da öpüşerek ayrılırlar. Ankara'da yaşayan Cinci
Celâl Hoca ile karısı Hatice'nin
evinde ilginç olaylarla karşılaşırlar. Cinci Hoca, emrindeki
cinleri kullanarak büyü bozar, bağlanmışları
çözer. Hatice de aynaya baktığında uzak
ülkelerde olanları ve geleceği görür.
Cinci Hoca,
birkaç koyun postundan meydana getirilmiş büyük bir postu cin gücüyle uçurmak ister.
Ancak cinler çok çalışıp karşılığını alamadıkları için isyan ederler. Cinlerle anlaşan
hoca, postu uçurur.
Postla 10 Ekim 1967 yılına
giderek Arjantinli devrimci Che
Guevera’yı kurtarırlar. Arzu Sapağı
bölümünde yaşananların hepsinin düş
olduğunu ifade ederler.
4-Ay Falcısı (1994)
Ben anlatı
biçimi kullanarak yazdığı
Ay Falcısı eserinde
Nazlı Eray, uzun
yıllar önce ölmüş dedesi ile görüşmek
için bir randevu
almıştır. Dede, ölü olduğu
hâlde, geçmişten bugüne
gelir. Yalnız bu durum anlatıcının rüyasında gerçekleşir. Anlatıcı da bir süre sonra dedesi ve diğer düşsel kahramanlarla 1930’ların
Bağdat’ına gider, Türk elçisi olan dedesinin evinde dayısının bebeklik
halini ve anneannesinin Kral Faysal’la birlikte yaptığı tenis maçını
görür.
Eşi Metin And’ın
evde bulunduğunu ama olaylardan haberdar
olmadığını gören anlatıcı, telefonda bir arkadaşına geçmişte başına gelen olayları anlatır. Rodos’a yaptığı bir gezi sırasında parasız kaldığı bir günün ardından otobüste bulduğu pahalı
bir fotoğraf
makinesi onu zor bir durumdan
kurtarmıştır. Çevresindeki insanların kendisine yaptığı
büyüleri fark etmesi de bu anlatılan anılar
arasındadır.
Anılarla birlikte
düşler de romanda
geniş yer tutar.
Ankara Sheraton Oteli
önünde 1950 yılında illüzyon gösterileri ile ünlenen Kalanag’ın şovunu
izler. Kocası Kalanag’ı terk eden Gloria,
izlediği bir balenin
kahramanı Giselle, Iraklı
Kaptan Müeyyed, kukla Antonio
Diavolo, Damarcı Sarı Hüseyin, bakıcı Reşide Hanım, dede Tahir Lütfü Tokay ve Ay Falcısı ile düşsel yolculuklara çıkar. Bu yolculuklarda anlatıcıya
yapılan büyülerin etkisinden
kurtulmaya çalışırlar. Eserin
sonunda kahramanlar ortadan
kaybolur. Ancak bu düşsel kahramanların hepsi, kendilerini hatırlatan birer eşya bırakmışlardır.
5-Deniz Kenarında Pazartesi (1997)
Eser, bir otel odasında anılarını yazan anlatıcının geçmişindeki insanları
kurguya getirmesiyle şekillenir. Demir dayının
trafik kazasında ölümü, anlatıcının memurluk günleri, gençlik
yıllarındaki arkadaşları Fevzi
ve Jülide ile gerçek üstü
konuşmaları romanın olay halkalarındandır. Yazar
anlatıcının yazdığı anı kitabının ismi romana başlık olur. Geçmişten gelen telefonlarla anılarını yazdığı kitabını şekillendiren anlatıcı, gezip gördüğü yerleri
de bu kurgu içerisinde anlatır.
6-İmparator Çay Bahçesi (1997)
Roman, yaşamaya doymadan
genç yaşında ölen bir genci,
cennet bekçisinin
himayesinde hayata döndüren
anlatıcının serüvenlerini işler. Celal Dülger isimli ölü, âşık olduğu Adviye Hanıma kavuşma arzusu
içinde hayata dönmeyi ister. Gül Abla
ile anlatıcı, ölünün bu isteğini yerine getirmek için harekete geçerler.
Adviye Hanımı bulurlar ve ölü gence
adresi vererek bu iki eski sevgilinin görüşmesini sağlarlar.
Anlatıcı, Gül ablanın
evindeki çiçeklerle konuşur. Bu çiçekler, Gül ablanın eski sevgilileri ve kocalarıdır.
Bartın anılarıyla birlikte
Taşhan’da yaşanan düşsü
gerçeklerle karşılaşırız. Bu mekânda bulunan insanların hepsi hayallerde
yaşarlar. Sadece erkeklerin düşündüğü
kadınlar bu hanın kapısından içeri girebilir. Bu olayı yaşadıktan sonra geceyle yer
değiştiren anlatıcı, İmparator
Çay Bahçesi’nde Hafız Burhan’ı Makber’i
söylerken dinler ve bu bahçede
oturur. Roman kişilerinin bütününün yer aldığı
bu mekânda anlatıcıdan başka yaşayan insan yoktur. Kahramanların hepsi geçmişte tanıdığı kişiler ya da hayatını bildiği
insanlardır.
Anlatıcı, gecenin
bedenine sahip olmanın
verdiği özgürlüğü sabah olana kadar
kullanır. Ama bir süre sonra kendi bedenine dönerek yazdığı romanla
tanışır.
7-Pasifik Günleri (1998)
Yazarın Pasifik
anılarını işleyen bu roman, Filipinli
genç Victor’un hayat
hikâyesi ile başlar. Sevgilisi Victor’u unutamayan bu gencin anıları, anlatıcının anılarıyla birlikte romanda işlenir. Werner Herzog’un bir filmi parçalar hâlinde eserde birden görünür.
Arkadaşı Kazuko’nun evi ve sevgilisi Nobiko ile illüzyon
gösterileri izleyen anlatıcı, ünlü İspanyol dansçı La Argentina’nın dansına hayran kalır.
Ardından
kendini bir anda Çankaya sırtlarında bir robot olarak bulur. Werner
Herzog’un kamerasının hareketleri ve farklı noktaları çekmesi, anlatıyı
farklı mekân ve zamanlara taşır.
Sihirbazın gösterileri ile de
İmparator Hira Hito’nun Sarayı’na gider.
Bir Çin tapınağında bulunan tanrılarla konuştuktan sonra, ünlü dansöz La Argentina’nın öldürülmesi olayını çözmeye çalışır.
Televizyon ekranından konuşan bir fotoğraf ve
dansözün canlı görüntüsü mahkemede delil olarak kullanılır. Tapınaktaki Buda heykeli ve Werner Herzog’un kamerasından gelen telsiz mesajıyla cinayet davası
farklı boyutlara gelir. Dansözün, kendisini öldüren kişiyi tahrik ettiği
ortaya çıkar.
8-Aşık Papağan Barı (1998)
Sevdiği erkekle
sorunları olan kadının
bakış açısından anlatılan
olaylar, bir hastane odasında başlar. Kadının kalbine bir araba saplanmıştır. Doktorlar ve tamirciler bu
arabayı kadının kalbinden çıkarmak için
çalışırlar. Kadını, çocukluğundan beri koruyan Melek Hasan da bu
sırada hastanededir. Bu sırada kadın gözlerini
kapatır ve kalbinin
içine girer. Arabanın
içindeki erkeği alarak
tamamen parfümden oluşan
Eden Gölü’ne ve oradan da Cinci Kebir’in
evine giderler. Cinci
Kebir, Melek Hasan’ın alınyazısını okuduğunda ondaki ölümsüzlüğü görerek
şaşkına döner. Ardından kahramanlar, Las Vegas’a giderler.
Anlatıcının 1980 yılında
aynı odada kaldığı Vicky isimli bir kadın da onlara katılır. Melek Hasan ile Vicky birbirine âşık olurlar ve Vicky bu ilişkiden
hamile kalır.
Erkek
ile kadın otelden çıktıktan sonra Aşık Papağan Barı’na giderler. Orada anlatıcıyı, âşık olduğu Elisabeth’e benzeten, konuşan bir papağan vardır. Barda bulunan siyah esrar perdesi hayatın gizemli
yönlerini, kaderi simgeler.
Cinci Kebir, kadının kalbine
saplananın araba olmadığını, kadınla erkeğin aralarını bozmak için yapılan bir muskanın varlığını haber verir. Cinci, büyüyü bozmak için kadının
kendisiyle birlikte olmasını
şart koşar. Bu şartı kabul
eden kadın, Melek Hasan ve Cinci
Kebir ile esrar perdesinden
geçer.
Kadın ve Cinci Kebir, otele giderler.
Otelde Cinci Kebir, kadına hazırladığı suyu içirmek ister. Ancak bu suyu içtiğinde
muskayla beraber erkek de yok olacağı
için kadın içmekten vazgeçer. Bir anda kendini Aşık Papağan Barı’nda
bulur. Barda otururken Mustafa amcasının öldüğünü öğrenen anlatıcı, onun cenaze törenine katılır.
Sır perdesinin diğer açılışında kadının
gelecekteki hayatı görülür.
Sevdiği erkeğin yirmi
beş yaşındaki kızıyla
kadın hakkındaki konuşmaları kliplerin temel özelliğidir. Hatta bu kliplerde kadın,
ölümünden sonra konuşulanları da izler.
Bilinçaltını Araştırma
Merkezi’ne bağış yaparak
başka insanların rüyalarına
giren
kadın, bu yolla da kendisi hakkındaki düşünceleri öğrenir. Aşık Papağan Barı’ndaki bu olayların rüya olduğunu romanın
son sayfasında anlatıcıdan öğreniriz.
9-Örümceğin Kitabı (1999)
Olaylar anlatıcının Ankara’daki evinin salonunda başlar. Evde ışıkların aniden sönmesi, anlatıcıyı farklı bir yaşama
yerleştirir. Zenginlik içerisinde geçen yeni hayat, anlatıcıyı şaşırtır. Işıkların yeniden sönmesiyle başka bir mekân belirir. Elinde, kendi yaptığı
çıplak kadın portresiyle Ömür Uzatma Kıraathanesi’ne geçen anlatıcı, oradaki insanların birbirlerine anılarını anlatarak hayatlarını uzatmaya
çalıştıklarını öğrenir. Bu kahvedekilerle tanışarak anılarını anlatmaya başlar. Çocukluk anıları, CHP Kurultayı, gençlik
yılları birer birer gözünde canlanır.
New York anıları da romana farklı bir yön verir. Lindy’nin Kahvesinde asılı duran Marilyn Monroe fotoğrafı, Ömür Uzatma
Kıraathanesi’ndeki yaşlılardan Osman’ı bir
anda büyüler. Osman, bir vesikalık fotoğraf hâline girerek ünlü şarkıcı
ile tanışır ve onun yaşadığı yıllara
gider.
Hayatı
Hüsamettin tarafından ipotek altına alınmış Nejat, bir trapez üzerinde yaptıkları gösteride ölümle burun buruna gelir. Anlatıcının yaptığı çıplak kadın resmi, Nejat’ın ilgisini
çeker. Çünkü bu resmi
eski sevgilisi Sehavet’e benzetmiştir.
Sonuçta Nejat ile tablodaki kadın
Sehavet, cinsel ilişkiye
girer. Ancak bunu gören Hüsamettin,
Nejat’a ve Sehavet’e
silah çeker. Sehavet
ölür, Hüsamettin tutuklanır. Bunun düşsel bir olay olduğunu garson kadının
cümlelerinden anlarız.
Romandaki olaylar, anlatıcının ve Müfit’in hiç tanımadıkları bir kadının ruhundaki gezintisiyle devam eder. Erkekler
Parkı’nda bu bilinmeyen kadını, ömür boyu bekleyen erkekler görürler. Carlo’nun berberinde ise insanın gençliğini gösteren aynalarla karşılaşırlar.
Yolculukları Örümceğin Krallığı’nda son bulur.
10-Elyazması Rüyalar (2000)
Roman, bir türbede rüyaya yatan insanlarla başlar.
Anlatıcı kadının hayat
hikâyesi ile şekillenen kurguda
rüyalarla birlikte anılar da birbirine
karışır. Eray’ın diğer romanlarında da kullandığı Şoför Sulakyurtlu Kazım, bir kitabın sayfaları ararsından
fırlayarak anlatı dünyasına dâhil olur. Alfred
Jarry'nin tiyatro eseri
‘Kral Übü’ olduğunu iddia eden
Kazım, kurguda düşselliği oluşturan kahramanlardandır.
Anlatıcı,
bir kitapçıda Tanrı Ciguri ile konuşmaya gider. Orada şair Rimbaud ile Baudelaire’i eşcinsel
insanlar olarak görür.
İşkence Tiyatrosu’nun kurucusu
ve modern tiyatronun temellerini atan Antonin Artoud
da tanrıyı dinlemeye gelenler
arasındadır.
Çiğnediği tohumlarla rüya ve hayal değiştiren anlatıcı, hayatı boyunca tanıdığı veya gördüğü tüm kadınları Kadınlar
Locası denilen yerde bulur. Anlatıcıyı
sevmeyen kadınların toplandığı bu düşsü mekân kadını derinden
etkiler. Bu düşsel
maceraları anlamlandırmaya çalışırken, Tanrı Ciguri, kadına ilginç bir defter verir.
Bu defter, anlatıcının anılarının ve hayatının yer aldığı bir anı defteridir. Defteri çantasından düşüren kadın, geçmişini de bir anda unutur. Anı defterine ulaşma arayışı içinde maceralara sürüklenir. Defteri bulduktan sonra geçmişini, anılarını ve hayatını yeniden
kazanır.
11- Ayışığı Sofrası (2000)
Anlatıcının arkadaşı Aşo’nun anıları ile başlayan roman, yedi uyurların
günümüze gelişiyle gerçeklikten uzaklaşır. Yedi uyurlardan Yemliha’nın peşine takılarak mağaraya gider ve orada
diğerleriyle tanışır.
Geçmiş yıllarda yanında çalışan Karı Şefik, Şefik Bey olarak farklı bir kimlikte anlatıcıyla karşılaşır. Bir süre sonra Aşo ile bedensel değişim yaşayan anlatıcı, Karı Şefik’in bir sinek olduğunu
görür.
Yedi uyurların mağarasında Falcı Sibil’e bağırsak
falı baktıran anlatıcı, Ayışığı Sofrası’nda
bulunan tabaklarda tüm tanıdıklarını fark etmeye başlar.
En başta bu
durum ona anlamsız
gelse de tabaklardaki insanlarla konuşunca hayatının
anlamını kavramaya başlar.
12-Aşkı Giyinen Adam (2001)
Nazlı Eray’ın birinci tekil kişi anlatıcı kullanarak yazdığı bu romanı,
Mesnevi Sokaktaki
Dürnev ablanın salonunda başlar.
Tarot falı bakan Dürnev abla, bu kâğıtları
kullanarak geçmiş zamanlara döner. 1960’lı yıllara giderek ünlü şarkıcı
Eddie Fisher’i anlatı zamanına getirir. Geçmiş yıllara dönüş için tarot
kartlarının yanı sıra konuşan pişmiş
koyun kellelerini de kullanır.
Kartlardan çıkarak
hayatını anlatan şarkıcı,
ayrıldığı eşi Debbie
Reynold’u, Elizabeth Taylor’u ve kendisini iyileştirmek isteyen doktoru Max’ı da kurguya getirir.
Başka bir tarot falından bir kadın ve kapalı bir mektup çıkar. Kartları toplarken
aralarından yere düşen
bir kupa kraliçesinden gelen ses anlatıcıya, Tunalı Hilmi caddesinde
bulunan bir antika dükkânına girmesini söyler. Antikacıdaki sarışın bir kadın ona geçmişini anlatır. Oturduğu koltuğa çocukluğundaki şehir hatları vapuru birden yanaşınca şaşkına döner. Ancak
bu vapurdan çıkan
kişiler yazarın anılarındaki kişilerdir.
Kartların arasından kırk altı yıl önce ölen iki yaşlı
kadın çıkar. Kaniye Anne
ve
Hasbiye Anne isimli iki kadın, bir cinayete kurban gittiklerini ifade ederek kendilerini öldüren emekli Albay Nurettin’in
yakalanmasını isterler. Hayata yeniden
dönmek için çareler
ararlar. Bir süre sonra eski bir arkadaşı
olan Mihri ablanın
baktığı faldan Albay Nurettin fırlar.
Ama arandığını anlayınca
yeniden kâğıtların arasına kaçar.
Tarot
kartlarının dışında çeşitli Beyinlerle yüklü üç kelle romanda yerini alır. Bu kellelerle konuşurken anıları canlanır ve geçmişte tanıdığı
kişiler yavaş yavaş
canlanarak düşsel dünyaya
yerleşmeye başlar. Eray’ın
pek çok eserinde kahraman olarak yer alan şoför Kazım Efendi bu düşsel
kahramanlardan biridir. Kazım Efendi
daha sonra Kaniye ve Hasbiye
Annelerin hayata dönmesini
sağlayan kişi olacaktır.
Bu yaşlı kadınlar,
şoförün karın zarının
arasına girip oradan dışarı çıkarlar.
Kazım Efendinin diğer
kişiliği olan Kazıma
da bu sırada ortaya çıkar.
Kişilik bölünmesine uğrayan Kazım Efendi, bir taraftan da hiç anlaşamadığı Kazıma ile uğraşmaya devam eder.
Üç Beyin
arasında koşuşturmaktan yorulan anlatıcının en son birlikte olduğu kişiler Frank Sinatra, Perry Como, Elvis
Presley, Marliyn Monroe, Marlene Dietrich
gibi bir zamanların tanınmış sanatçılarıdır. Dürnev ablanın salonunda
bir araya gelen bu insanlar bir süre sonra
ortadan kaybolurlar. Dürnev
ablanın baktığı son faldan elinde makas olan bir terzi çıkar. Terzi,
kahramanların gözlerinin önüne
parlak bir kumaş serer ve bunun aşk olduğunu söyler.
Kumaşı kesip aşkı giyinen adama smokin
dikmek ister. Anlatıcı, bu olayın üzerine bu büyülü kumaşı yakalamak
ister. Ancak o koştukça kumaş kendisinden
uzaklaşır.
13-Uyku İstasyonu (2002)
Yedi ay süresince İstanbul’daki bir hastanede bitkisel hayatta
kalan annesini, Yasunari Kawabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar romanındaki kızlara benzeten anlatıcının acılarını işleyen bir
romandır.
Sinop’ta sislerin içinde annesiyle konuşan anlatıcı, bu sırada zamanın dışındadır.
Saatini koluna takınca
gerçek zaman döner. Mahmut Baba Türbesi’nde annesi için dua ederken karşılaştığı yaşlı bir adamla çeşitli mekânları dolaşır. Bursa’da yatalak Hamdullah
Beyin evinde farklı bir aynayla
karşılaşır. Bu aynada bulunan vitesler sayesinde Hamdullah Bey, istediği zamana ve yere rahatça ulaşabiliyordur. Anlatıcı, aynadan Sinop’u
görür ve oradan annesiyle konuşur. Yaşlı
adam,
akşam olunca anlatıcıyı Bursa’da, Çekirge’de bulunan bir kaplıca oteline götürür. Bu otelde yaşlı bir kadının verdiği hapı içince derin bir uykuya dalar. Anlatıcı uyurken, onu seven erkek odaya gelir
ve sabah olana kadar orada kalır.
Hamdullah Beyin aynasında annesini tekrar gören anlatıcı dayanamaz ve aynadan içeri girmek isteyince orada sıkışır kalır. Yaşlı adam kadını aynadan çıkardıktan
sonra Antalya Kemer’de
bulunan Phaselis kentine
giderler. Bu antik
kentte peri kızlarının oynadığı Uyuyan Güzel balesini izlerler. Antalya’dan Alanya’ya giderken bir muz ağacının doğum
yaptığını gözlemlerler.
Kaplıca oteline geri dönerler. Otel odasında bir kutunun üstünde duran balerinin konuştuğunu gören kadın, uyuduktan
sonra başına gelip saatlerce bekleyen
erkeğin kim olduğunu
balerinden öğrenmek ister. Ancak balerin,
karanlıktan dolayı erkeğin kim olduğunu seçemez.
Hamdullah Beyin aynasından İllüzyonist Hans Moretti’nin gösterilerini izlerler. Karısını hipnotize ederek uçuran sihirbaz, bir anda karısının sahneden uzaklaştığını görür. Kadın, iri gövdesiyle
aynadan içeri geçer ve açık camdan dışarı
çıkar. Orhangazi tepesinde, bir türbenin üzerinde
durunca halk, evliyanın dirildiğini zannederek telaşa kapılır. Karısını aramak için gelen Moretti, bir silah patlatır, dumanların arasında karısını da yanına alarak
kaybolur.
Yaşlı adamla
gittikleri Ömer’in Unutma
Bahçesi çok farklı bir mekândır. Buraya gelen insanların beden değiştirme gibi pek çok imkânı vardır.
Anlatıcı da
beden değiştirmeyi tercih ederek Kim Bassinger olur. Bir süre bu bedenle
dolaşsa da bu değişikliğin annesinin hastalığını unutturmadığını görünce kendi bedenine geri
döner.
Bahçedeyken bir şehitten aldıkları ölümsüzlük suyunu Hamdullah Beye içirerek iyileşmesini sağlarlar.
14-Sis Kelebekleri (2003)
Romanda, dedesi Tahir Lütfi Tokay’ı
Ankara, Sinop ve İstanbul’da arayan
Nazlı’nın düş dünyası temele alınır. Mamak çöplüğünde gördüğü Lokman,
Nazlı’nın siyasi hayatını ayrıntılarıyla bilir.
Nazlı’nın kurultayda seçilememesinin nedenini sorgulamasını ister.
Melek Feriha da çöplükte Lokman’ın yanına gelir. Nazlı’ya ve Firdevs Ana’ya gençlik hapları veren Feriha,
insanları koruyan bir melektir.
Sebati’nin
trapeziyle Sinop’a uçarak giden anlatıcının dikkatini çeken mekân Sinop Cezaevi olur. Çünkü dedesi bu
cezaevinde yıllar önce yatmıştır. Kronik hepatit hastalığı geçiren ve kortizon tedavisi
gören Nazlı, yine Ankara’ya dönerek,
Mamak civarında gördüğü, okuma-
yazma bilmeyen bir çingene satıcıdan kitaplar alır. Rıza Nur’un, Mahmut Şevket
Paşanın hayatını ele alan bu eserleri okuyan anlatıcı, bu
kitaplarla geçmişi hatırlar.
Sinop Cezaevi’nde gezerken, dedesi Tahir Lütfi Tokay, 1910 yılından
bu güne gelir. Geçmişten gelen
tek kahraman dede değildir. Firdevs Ana’nın rüyalarıyla Rıza Nur anlatıya
dâhil olur. Mahmut
Şevket Paşa da Nazlı’nın arkadaşı
Lale’nin evine yaralı
bir şekilde gelir. Sadrazamın geldiğini arkadaşıyla telefonla konuşunca öğrenen Nazlı, Sinop’tan döner.
Nazlı, Feriha’ın verdiği
gençlik haplarını içtikten
sonra genç ve güzel bir
manken olan Helena’nın ve Kraliçe Marie Antoinetıe’in bedenine
yerleşir.
Bu olaylar
yaşanırken kolundan saatini
çıkaran Nazlı, Roberto
Cavalli’nin reklâm filminde oynamak üzere manken Helena’nın bedenine girmiştir. Ancak filmde kullanılan yılan konuşur ve onun düşmanı
olduğunu söyleyince, Nazlı seti terk eder.
Ankara’ya döndüğünde Sadrazam Mahmut Şevket
Paşa’yı iyileşmiş olarak
bulur. Lale’nin sadrazama aldığı ayakkabının dil çıkardığını fark eder.
Bu ayakkabı, aslında kendisine
mecliste sarkıntılık
eden eski bir belediye başkan yardımcısıdır. Her defasında anlatıcıyı öpmek için dil
döker.
Sinop
Cezaevi’nin duvarında beliren dev bir saat, ekran gibi görüntüler verir ve Nazlı’nın zihninde yer alan pek çok insanı
görmesini sağlar. Eski bir otelde Lale
ile
dolaşırken çocukluğunu görür. Cezaevinin eski zamanlarından bir mahkûm sevkıyatını izler. 20. yüzyılın başlarında cezaevinde yatan Sandıkçı Şükrü ile karşılaşır. Sandıkçı Şükrü’nün “ Her şey
bir rüya değil mi zaten?” cümlesiyle roman
son bulur.
15-Beyoğlu’nda Gezersin (2005)
Roman, anlatıcının farklı bir zaman diliminde yaşadığını anlatan tasvirlerle
başlar. Bir anda yaşlı bir adamla karşılaşan anlatıcı, Ankara, İstanbul ve Fethiye arasında 1914, 1958 yılları ile anlatı
zamanını kullanır. Şeyh Küçük Hüseyin Efendi,
Sebilci Hafız Süleyman
Efendi, Fethiye’de bir parkta heykeli
olan Tayyareci Fethi
Bey gibi geçmişte
yaşamış insanlar, anlatıcının hayal dünyasında yeniden
hayata dönerler.
Evindeki televizyonda izlediği ilginç bir program, roman kahramanlarının yavaş yavaş belirmesini sağlar. ‘Deli Saati’ programında psikolojik şikâyetleri olan hastalar, doktoru arayarak hastalıkları ile ilgili sorular sorarlar. Romandaki kahramanlarının ortak noktası, hepsinin de bu doktorun hastaları olmalarıdır. Hastalar, programa telefonla
bağlanarak ya da doktorun muayenehanesine giderek dertlerini
anlatırlar. Ancak doktor, sadece bir hap önererek hastaları başından
savar. Farklı farklı problemleri dile getiriyorlarmış gibi görünmelerine rağmen, bu hastaların
hepsi de kurguda
yakın bir bağlantı
içinde sunulur. Kahramanların ortak noktası 1958
yılında ölen Madam Tamara’yı tanıyor olmalarıdır. Tamara’nın tuttuğu günlük, bozacı Naki’nin
eline tesadüfen geçer.
Bozacıyla tanışan anlatıcı, Naki’nin kendisini bu hayata verdiğini
görür. Naki, içine girdiği
günlük sayesinde yeni bir hayata başlamış
olur.
Geceleri saat onda TRT 2’de yayımlanan
‘Mazi Kalbimde Yaradır’
isimli programın yapımcısı ve sunucusu Ulvi Ak da
olaylara dâhil olur. Rumeli Han’da bir
kafede falcılık yapan
Süleyman, insanların düşüncelerini ve hayallerini okuyarak
bunları CD’lere aktarır. Beyoğlu’nda bir otelde ölü bulunan Madam Tamara’ya Markız Pastanesi’nde
rastlayan yazar anlatıcı, anlatı süresince
bu cinayeti çözümlemek
için çabalar. Hatta
Tamara’nın dünyasına girmek için, bu ölü kadınla
beden
değiştirir. Şeyh Küçük Hüseyin Efendinin yardımlarıyla geçmişi öğrenen anlatıcı, Eyüp Sultan sırtlarında ilginç iki
karakterle karşılaşır: Arif ve Nazmi.
Arif,
psikolojik sorunları olan bir insandır. Yalnız başına hiçbir yere gidemez ve her defasında
yanına Nazmi’yi de alır. Hayatta
yalnız başına kalma korkusuyla yaşar.
Bu olayları yaşayan
anlatıcı, bir taraftan
da Tayyareci Fethi
Bey Parkı’nda Şeyh Küçük Hüseyin
Efendi, Sebilci Hafız Süleyman Efendi ve şehitlerle birlikte mistik bir âleme dalar. Geçmiş ve bugün arasında sürekli
gidip gelen anlatıcı,
bu kahramanlarla olağanüstü
maceralar yaşar.
Kaynak:
Nazli Eray'in Roman Dünyasinda Düşsü ve Büyülü Gerçekliğin Kurgusu
ile Fantastik Unsurlar-Yeliz Özge TOYMAN