Ahmed Haşim
Göl Saatleri
Mukaddime
Seyreyledim eşkâl-i hayâtı
Ben havz-i hayâlin sularında,
Bir aks-i mülevvendir onunçün
Arzın bana ahcâr ü nebâtı.
Ben havz-i hayâlin sularında,
Bir aks-i mülevvendir onunçün
Arzın bana ahcâr ü nebâtı.
Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar,
Gümüş böcekler okur âba bir
neşîde-i hâb
Durur sevâhilin üstünde, bî-heves, bî-tâb,
Güneş ziyâsını içmiş benât-ı hâb u
serâb.
(Aruz vezni: Mefâilün / feilâtün / mefâilün / fâilün (fâ’lün)
Öğleden Sonra
İçer gümüş kıyılardan remide ahular
Ve onların sesi eyler bütün sükutu harab
Eder bu avdeti durgun sulardan istiğrab
Gürültüsüz ve uzak mai diğer ahular.
Akşam
Susar meşâcir-i pür-şâm içinde bülbül-i âb,
Döner bu sâhil-i nîlî[3]ye
gölgeden kuşlar,
Ağızlarında güneşten birer kızıl dür-i nâb.
Batan Ayın Kenarında Satırlar
Bir vurulmuş ilâhı andırıyor
Suda teskin-i zahm eden bu kamer,
Nısf-ı leylin miyah-ı dûrunda
Yıkanır, dinlenir, durur ve güler.
Eli bazan sükût'u ürkütüyor
Ki miyah ellerinde hâbide,
Ediyor bazı kuşları davet,
Ah! O kuşlar ki şimdi bîhareket
Suların ateşinde sallanıyor..!
Zühalî bir cidalin âsarı:
Gizli bir kavs-i bitenâhiden
Oklar indikçe —aksi âlem-i dûr—
O muzi cüsse-i ilâhiden
Suya bir hun-u ateşin akıyor...
Gece Yarısı
Ve ansızın suya etmekle mâh-ı dûr sukut
Miyâh-ı rûhumu andırdı safha-yı tâlâb:
O rûh içinde muzî bir garip nilüfer
Bütün elemlerin üstünde müncelî ter ü tâb...
Miyâh-ı rûhumu andırdı safha-yı tâlâb:
O rûh içinde muzî bir garip nilüfer
Bütün elemlerin üstünde müncelî ter ü tâb...
Gece
Nücûm ü mâhı dökülmüş semânın eşcâra,
Melûl manzaralar şimdi bir gümüşlü sehâb;
Derin sulardaki ecrâmı avlayan kuşlar
Eder havâlî-i pür-nûr-i mâhtâba şitâb...
Karanlıkta Beyaz
Kuşlar
Vahşî karaltılardaki sîmîn kuşların
Mer’î miyân-ı sîne-i yeldâda yerleri:
Gûyâ cihân-ı sâyede metrük-i nûr olan
Fecr-âşinâ melikelerin muğber elleri
Koymuş kenâr-ı sahile fağfûr
kâseler,
Mâhın birikmiş orda ziyâ-yî mukattarı…
Kuğular
Suda yorgun, muzî tecelliler
Ediyor bir takarrübü ifşâ:
Kuğular, leyl içinde, sîne-güşâ
Geliyor, gözlerinde mestîler;
Sanki mahmul-i hande keştîler
Ki olunmuş nücûmdan inşâ...
Kuğuların Avdeti
Ölü bir sath-ı âbın üstünde
Ki celî, lerze lerze, dârâtı,
Sihr-âbâd-ı mâha gitmek için
Arıyorlar reh-i semâvâtı..
Mehtapta Leylekler
Kenâr-ı âba dizilmiş, sükûn ile bekler
Füsûn-u mâha dalan pür-hayâl leylekler…
Havâda bir gölü tanzîr eder semâ bu gece
Onun böcekleri gûyâ nücûmdur yekser…
Neden bu âb-ı semâvîde avlananlar yok
Bu haşr-ı nûr-u-hüveynâtı hangi kuşlar yer?
Eder bu hikmete gûyâ ki vakf-ı rûh-u- nazar
Füsûn-u mâha dalan pür-hayâl leylekler…
Seher
Ağaçların seheri zirvesinde titreşiyor
Tuyûr-ı fâniye-î âlem-î tahayyül ü hâb.
Semâyı kaplayacak, şimdi, gâzeler gibi nûr
Zavallılar kalacaklar esir-i ufk-ı türâb.
Ve onların gözü eyler nücûm-ı fecre itâb
Ve onların sesi eyler «nihayet»i işrâb…
Kış
Yine kış,
Yine şems-i mesâda, âh, o bakış,
Yine yollarda serseri dolaşan
Âşiyânsız tuyûr-u pür-nâliş…
Tehî kalan ovalar
Sükût eder sanılır mevsimin gumûmiyle;
Harâp olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,
Ne giden,
Şimdi yalnız kavâfil-i evrâk
Mütemâdi sürüklenir bir uzak
Ufk-u pür-ıstırâb-ü-nevmîde.
Yine kış, yine kış,
Bütün emelleri bir ağlıyan duman sarmış…
O Belde
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-ı şama bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-ı şama bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'na,
Ne bu akşamda bir gam-ı Nermin,
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-ı istitâr ü istiğna
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melali anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefil iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma'na,
Ne bu akşamda bir gam-ı Nermin,
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-ı istitâr ü istiğna
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki lerzesiz, sessiz
Topluyor bûy-i rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mai gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...
O belde?
Durur menâtık-ı dûşize-i tahayyülde;
Mâî bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhûd yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhût,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların rûhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-i bî-ziya yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâtüvân ki, ah, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...
Durur menâtık-ı dûşize-i tahayyülde;
Mâî bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhûd yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhût,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların rûhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu'le-i bî-ziya yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâtüvân ki, ah, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine...
O belde
Hangi bir kıt'a-i muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd,
Fakat bulunmayacak bir melâz-ı hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim sen ve ben ve mâî deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı,
Uzak
Ve mâî gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd,
Fakat bulunmayacak bir melâz-ı hulyâ mı?
Bilmem... Yalnız
Bildiğim sen ve ben ve mâî deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı,
Uzak
Ve mâî gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz...
Son Bahar
Dökerken ufka donuk, kanlı bir ziyâ Eylül,
Ederek zülf-ü târümârâ hulûl
Gizli bir sesle ağlıyan ey bât!
Şimdi göklerde, katre katre, yanan
Necm-i mahmûru bir dakika nihân
Ederek, sonra eyliyen ikât,
Âh, ey bâd-ı hasta, bâd-ı keder….
O kadar nâtüvan ki gizli sesin,
Kendi derdinle kendin ağlarsın,
Sana derdin senin kifâyet eder…
Yaz
Deniz,
Sürüklenir zehebî kumlar üstünde,
Bütün menâzır-ı hüzn-ü gurup ile yalnız;
Yükselen reng-i şâmın altında
Öksürür nâtüvan-ü-nâlende
Hasta bir genç kız…
Bu bahârın kolunda bir erkek
Hüzn-ü sâriye mezc-i rûh ederek
inliyor sessiz.
Sonra… durgun sularda bir yıkanan
Gölge, göklerde nûrunu kırpan
Büyük, derin, nazar-âvâre, mâî bir yıldız…
Yollar
Bir lamba hüzniyle
Kısıldı altın ufuklarda akşamın güneşi;
Söndü göllerde aks-i girye-veşi
Gecenin âvdet-i sükûniyle..
Yollar
Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî,
Yollar
Hep birer hatt-ı pür- sükût oldu
Akşamın sîne-i gubânnda.
Onlar
Hangi bir belde-i hayâle gider,
Böyle sessiz ve kimsesiz şimdi?
Meftûr
Ve muhteriz yine bir nefha-i hayâl esiyor;
Bu nefha dalları bîtâb-ü-bî-mecâl uyutur.
Sonra eyler giyâhı nâlende,
Sonra âgûş-u ufk içinde ölür…
Ey kalb!
Seni öldürmesin bir sâye-i şep,
İşte bir dest-i sâhir-ü-mahfî
Sana nûr-u nücûmu indirdi.
Kuruldu işte, mesâfât içinde, lâl-i mesâ
Bütün meâbid-i hiss-ü-meâbid-i hulyâ
Bütün meâbid-i meçhûle-i ümmîd-i beşer…
Gurûp içinde bu eşkâl-i bî-hudûd-u zehep
Zücâc-ı san’at-ü-fikretle yükselirler hep;
Büyük denizlere benzer eteklerinde sükût,
Sükût-u nâmütenâhî, sükût-u nâmahdût,
Sükût-u afv-ü-emel…
Bir el
Derîçelerde bir altın ziyâ yakıp indi,
Aktı âb-ı sükûta yıldızlar
Bütün sular zehebî lerzelerle işlendi.
Tâ öteden,
Şimdi zer gözleriyle tâ öteden,
Gam-ı ervâhı vecde dâ’vet eder
Bütün meâbid-i meçhûle-i ümmîd-i beşer.
Bütün meâbîd-i vecdin soluk ilâheleri
Birer birer iniyor, gözlerinde rü’yâlar;
Dudaklarında ziyâdâr ve muhteriz titrer
Akşamın bûse-i huzû-eseri.
Soluk ve gölgeli sîmâlannda reng-i mesâ
Nakş eder bir teheyyüc-ü rü’yâ:
Biri yorgun semâ-yı lâle bakar,
Biri bir gölge meşy-ü-gâşyile
Miyâh-ı râkideye samt-ü-hâp içinde akar;
Biri bir erganon-u eb’âdı
Dinliyor, gölgelerde ser-bezemîn,
Biri altın göziyle, gûyâ ki,
Sana ey kalb-i müphem-ü-bâkî
“Gel!” diyor.
Lâkin
iniyor
İşte leylin zalâm-ı bîdâdı…
Yollar,
Ah ey kimsesiz giden yollar,
Yolların ey sükût-u hüzn-eseri,
Bugünün inmeden şeb-i kederi,
Meâbid-i emel-ü-histe sönmeden bu ziyâ,
Ölmeden onların ilâheleri,
Âh gitmez mi, kimsesiz, sessiz
Yollar,
Âh gitmez mi hatt-ı sâkitiniz,
Şimdi zer gözleriyle, tâ öteden,
Tâ öteden
Gam-ı ervâhı vecde da’vet eden
Uzak meâbid-i pür-nûr-u vecd-ü-rü’yâya
Ki câ-becâ kapıyor bâb-ı vâ’dini sâye.
Siyah Kuşlar
Gurûb-u-hûn ile perverde-rûh olan kuşlar
Kızıl kamışlara, yâkût âba konmuşlar;
Ufukta bir ser-i maktû’u andıran güneşi
Sükût-u-gamla yemişler ve şimdi doymuşlar.
Tulu-ı Kamer
Dağıldı cevf-i havâlîye bir garîp âvâz:
Gürültüler, asabî sayhalarla, çuşâ-cûş;
Bütün tuyûr-u hafâ gölden ettiler pervâz…
Neden bu korku, neden ansızın bu cûş-u-hurûş?
Ufukta, çenber-i lerzân âba yaslanmış,
Ufukta çünki tecellî-i mâh eder suyu nûş
Yarasalar
Dağılmış hazân-dîde tüller gibi
Uçuşmakta sessizce huffâşeler
Giderler, gelirler… san örmekteler
Nücûm-u kederle zalâm-ı şebi.
Ahmet HAŞİM
(Göl Saatleri, 1337-1921)