Refik Halit Karay-Tanıdıklarım- Süfli İhsan
İlk tanıştırdıkları
gün el bile veremedim, iki kelime bile görüşemedim, içim istikrahla dolmuştu,
bir bahane bulup erkence yanından kaçtım. Fakat sonraları ahlakının güzelliği,
sohbetinin lezzeti, herkesinkine benzemeyen fikirleri, hatırı sık sık görüşmeye,
iğrenmekle beraber hoş görmeye, hatta sevmeye başladım.
Ona arkadaşları
arasında (Süfli İhsan) diyorlardı. Mutfak paçavrası, tahta bezi, nargile tıpacı
gibi insana daima yarı ıslak, rutubetli ve çürük tesiri yapan bumburuşuk lekeli
ve yağlı elbisesine dokunmamaya çalışarak konuşurduk. Zaten bir kat elbisesi olurdu;
onu arkasına geçirir, tapar çalınıncaya kadar ütü, fırça, silgi görmeden,
aylarca taşırdı; sonra ikisini yenisini ısmarlar, artık el sürülemeyecek bir
hale gelen eskisini atılmak üzere terzide bırakıp çıkardı… Fakat bu yeni ütülü,
katı elbise içinde bir türlü rahat edemediğinden birkaç hafta adeta didirgen
olur, neşesini gaibi der ve bir an evvel buruşturup eski haline sokmak için
şuraya buraya atar, çamurlara batar, hırpalar, ondan sonra nefes alırdı. İç çamaşırlarına
da yıkanmak nasip olmazdı: Arkasından çıkınca götürüp çamaşır sepetine, kazan
değil, ocağa atarlar, yakarlar, sırtına daima yepyenisini giydirirlerdi. Belki balığı
kavakta görmek mümkündür, İhsan’ı hamamda görmek kabil olmazdı… Sıcak ılık ve soğuk,
herhangi türlü olur ise olsun sudan nefret iderdi.
-
İhsan, nedir bu hal, yıkansana!... dediğimiz zaman
bize bir fıkra naklederdi:
-
“Bektaşiye yıkan, demişler, yo! demiş, Cenab-ı Hak
bizi topraktan halk etti, öyle su ile oynamağa pek gelmez!...”
Tütün sarısından
parmakları öyle lekelenmiş, boyanmıştı ki her biri ufak birer parmak cigaraya
dönmüştü. Bir gün, bir defa, utanacak bir yere, bir ziyarete giderken, ne olur;
ayakkaplarını boyatsa ve bir yere uğrasa… Hayır, hamamdan, usturacıdan, berberden,
nezafetten ve ıtriyattan bir köpek gibi uzak kaçar, bağlasalar ipini koparıp
fırlamak, lavanta sürünmüş, yıkanmış finolar gibi, hemen topraklara, çamurlara
yatıp bulanarak tekrar kirlenmek isterdi. İndinde tarak, fırça, sabun, diş tozu,
ayna, ütü, en lüzumsuz eşyadan madud idi. Sabahleyin o zifir kokulu
parmaklarını şöyle ot yıkarken kullandıkları dört dişli tahta tarak gibi, karmakarışık
ve upuzun saçları arasından bir defa gerir, arkaya atar, ondan sonra,
tuvaletini bitirmiş farz edip keyfine bakardı. Onun için fena yer, fena yemek,
fena adam yoktur; nerede olsa yatar, ne bulsa yer, kiminle olsa konuşur; ömrünü
şurada burada, gah adi mahalle kahvelerinde, gah Beyoğlu birahanelerinde
geçirir; gah aşçı dükkanlarında, gah pahalı lokantalarda yer, gah süfli halk
ile, gah büyük adamlarla görüşürdü. İğrenme nedir bunu bilmezdi.
Bir gün Galata’da
bir meyhaneden bana seslenmiş, yanına çağırmıştı; bir zenci tulumbacı ile
kadife kalpaklı bir Sakızlı Rum arasında rakı içiyordu.
-
Bir az gelsene kuzum…
diye yalvarıyor,
içeriye girmemi, bir az oturmamı istiyordu. Kimlerle, nerede bulunduğunun
farkında değildi. Bir başka gün de, Beyazıt’ta aşçılar kahvesinde tesadüf ettim,
vaktiyle evlerinde çalışmış bir aşçı ile iskambil oynuyordu. Kendisi hayli
yüksek bir ailedendi, parası çoktu. Onun için vüzeradan, ricalden bazısı ile de
münasebette idi, onların yanında da, muhitine aynı lakaydi ile, oturup
görüştüğünü görürdüm. Ne kadar da iyi tertemiz bir yüreği vardı. Herkesin refahını,
saadetini ister, herkese muavenette bulunur, cebinde ne varsa dağıtırdı:
-
Siz iyiye alışmışsınız derdi, benim gibi değil…
Kendisi aşçı
dükkanına yemeğe gider, parasını verir, bizi lokantaya gönderirdi. Bazen coşar,
hayatının felsefesini anlatırdı:
-
İnsanın rahat etmek için yorucu, hırpalayıcı, mizaç düşüncelerden
dimağını kurtarmalı, onu en esaslı, en yüksek işlere hasrederek teferruattan
uzak bırakmalıdır. Bir kere düşününüz, yirmi dört saat içinde beyninizi ne lüzumsuz,
ne saçma, ne faydasız şeylerle yoruyorsunuz: Evvela elbise, çamaşır, gösteriş merakı…
Fesinizin kalıbı bozulmuş, pantolonunuz eskimiş, ayakkabınız boyasız,
yakalığınız parlak değil, bunun için üzülür, vaktinizi ayna karşısında,
dükkanlarda, yakıştı mı yakışır mı merakıyla boş yere geçirirsiniz. Alelade,
her gün muhakkak bir saat kıyafet düşüncesi zihninizi meşgul eder. Ondan sonra
şununla konuşulur, bununla konuşulmaz gibi ahbap ve adam ayırmak derdi. Bari muvafıktır
diye seçtiğiniz kimse intihaba layık olsa… Bakınız bana, herkesle, hepinizle
konuşurum ve hiç birinizden fenalık görmedim, halbuki sizlerin birbirinizle
kaçıncı dargınlığınız, kaçıncı kavganız. Bir de izzet-i nefis meselesi yok mu,
insanları harap eden işte odur… Selama, tebessüme kadar dikkat edersiniz, her
harekete mana verirsiniz, her buluttan nem kaparsınız; ekseriya dalgınlıkla
yapılmış bir muamele sizi saatlerce işgal eder, hatır ve hayalden geçmeyen
tefsirlere meydan verir; evvela siz mi ona gitmelisiniz, o mu size gelmeli? Ayağa
kalkmalı mı, yoksa şöyle bir kımıldamalı mı redingotu mu giymeli, ceketi mi? Ya
bana cahil derlerse, ya görmemişliğime hükmederlerse, ya iğrenirlerse? Bu düşüncelerle
dünya başınıza zindan olur… Canınız istese de her yere gidemezsiniz, her yerde
yatamazsınız, herkesle düşüp kalkamazsınız. Fena yeseniz mideniz bozulur, yabancı
yerde yatsanız uykunuz kaçar, aşağı halk ile temas etseniz canınız sıkılır. Halbuki
benim öyle değildir, güvertede de giderim, birinci kamarada da… Tokatlıyan’da
biftek de yerim, Beyazıt’ta köfte de… Keyfime tabi bir ömür sürerim, başım öyle
kaygılardan azadedir; hiç birinize müyesser olmayan bir istirahat içinde
dimağım daima dinlenir; daima neşeli ve serbestim!
-
Haydi, yıkandınız, vücudunuz tertemiz oldu, ya
ruhunuz, onu sabun ve sıcak su yıkamaz; hamamla, şampuanla gönül temizlenmez;
içiniz dışınızın tuvaletiyle ferahlanmaz… Dünya öyle kurulmuş, insanlar dünyayı
o hale sokmuşlardır ki ya dışınızla meşgul olacaksınız ve azap çekeceksiniz, ya
dışa aldırmayıp ruhunuzu ferah tutacaksınız… Temiz giyinmiş bir adam için cihan
mahduttur; her yere girmeye, herkesle konuşmaya, her tarafa başvurmaya hakkı
yoktur. Elbise bir çok zevklerden insanı mahrum eder; bir zincirdir belinizden
bağlanmıştır, nihayet muayyen bir hudut dahilinde size serbesti verir, fakat
fazla bir adım atarken geri çeker!
Filvaki
İhsan’ın sıhhati yerinde, demir gibidir, ne nezle olur, ne hastalığa tutulur,
kimi tifüsten ölür, kimi tifodan yatar, kimi yataklara serilip ateşler içinde
yanar, o, kirli, buruşuk, fakat sıhhatte, sağlam, ziyarete gelir ve bize:
-
Muhakkak hamamdan, yıkanmaktan, temizlikten… Vazgeçin,
kuzum şu nezafetten, şu saçma meraktan… Hamam en büyük katildir! derdi.
İhsan
o mutfak paçavrası elbiselerle, o tahta bezi çamaşırlarla içinde ne mesut, ne
keyifli bir ömür sürerdi.
…
Hayatın
vakitsiz, münasebetsiz bir sadmesi beni İstanbul’dan çok uzaklara, yabancı ve nim
vahşi beldelere attı; sırtımda eşyamı taşıdığım, kırda açıkta yattığım,
katillerle düşüp kalktığım günler oldu. Haftalarca yıkanmadığımı, çamaşır
değiştirmediğimi, ayna yüzü görmediğimi, ütü bulamadığımı gördükçe ve azap
çektikçe İhsan’ı, Süfli İhsan’ı hatırlar, hak verir “Benim yerimde o olsa idi
hiç de üzülmez, şu sefil ömrü yadırgamazdı!” derdim. Fakat zavallı İhsan bir
gün haber aldım ki aşık olmuş ve evlenmiş… Kadın bunu bir az parası, bir az da
o kirli elbiseler altındaki sağlam ve dinç bünyesi için almış ve temizliği şart
koşmuş, her sabah ve her akşam banyo yapılacak, her gün temiz çamaşır
değişecek, ütülü elbise giyilecek… Bana aylardan sonra bir mektup gönderdi: “Ördek
gibi ömrüm su içinde geçiyor, kokot gibi lavantalara batıyorum, terzi
ilanlarındaki resimler gibi dimdik süslü ve ütülüyüm… Fakat bir türlü alışamadım,
ille sudan hala nefret ediyorum, bedbahtım!”
Hakikaten
de öyle idi, bedbahttı. İstanbul’a avdetimde ziyaretine gittim. “Biraz
bekleyiniz, beyefendi banyoda!” dediler; kolonya kokuları içinde temiz, parıl
parıl geldi, ne kadar da değişmiş, bambaşka olmuştu… Güya sefalete düşmüş gibi
acı bir gülüşü kendini gösterdi:
-
Bak ne hale geldim! dedi, gözleri dolu dolu oldu.
Mütemadiyen:
-
Banyolar beni öldürecek! diye şikayet ediyordu.
-
Hele o duş yok mu, altında nefesim tutuluyor, boğuluyorum
zannediyorum! diyordu, teselli etmeye başladım.
-
Hayatımın tadı kalmadı, ah o eski günler! dedikçe hem
acıyor hem gülüyordum. İhsan’ın keyfi, neşesi, o tatlı hale tamamen bitmişti. Yarı
aptal, şaşkın ve malihülyalı bir adam olmuştu. Sıkılıp çıktım. Karısı inatçı ve
titizdi. Kendi eliyle hamam sokar, sabunlara bular, çocuğa bir gün hamamsız,
susuz rahat bir nefes aldırmazdı. Nihayet işittik ki hastalanmış… İstisfar-ı
hatır için uğradım.
Karı gibi
beyaz keti örtüler içinde mecalsiz yatıyordu:
-
Hamamdan, dedi, üşütmüşüm, ah o su!...
Hastalığı
arttı, zatürreye çevirdi, biçareyi soğuk suya batmış ıslak çarşaflara sararak,
banyolara daldırarak tedavi ediyorlardı. O, mütemadiyen:
-
İstemem artık su, istemem yıkanmak, elverdi temizlik,
beni bu öldürecek! diye haykırıyormuş… Son sözü de bu olmuş:
-
İstemem artık temizlik!...
Süfli
İhsan’ı filvaki temizlik öldürdü. Şayet eski halinde kalsaydı, şimdi muhakkak,
kirli ve murdar, fakat dinç ve kavi, neşeli ve mesut gezip tozardı.
Hepimiz
cenazesine koştuk. Kapıdan girince avluda kaynar bir kazan gördüm; kendi kendime:
-
İhsan’a son azap. Yine su, yine yıkanma ve temizlik
diye söylendim. Fakat mezarına gömülüp toprağı kapandıktan sonra cemaatten biri
üzerine kocaman bir desti suyu boşaltmaya kalkınca dayanamadım, kolunu
yakaladım:
-
Bari bunu yapmayın, bu eksik kalsın! dedim. Adamcağız
bir şey anlamadı, fakat eminim ki Süfli İhsan’ın tertemiz ruhu bana teşekkür
etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı bekliyoruz.