Translate

Pazartesi, Kasım 15, 2021

Yeni Lisan Makalesi Tam Metin (Ömer Seyfettin-Genç Kalemler) 1911 Orijinal Tam Metin

 

21 Nisan 1911’de Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” makalesi ve bu makale ışığında ortaya çıkan tartışmalar Türkçenin sadeleşme tarihi açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Dilde sadeleşme edebiyatta millileşmenin önemli bir kilometre taşı olan bu makale, “Yeni Lisan” Makalesi Etrafında Gelişen Tartışmalar (İnceleme-Metinler)-Ayhan Erbaş” başlıklı yüksek lisans tezinde Hakkı Tarık Us’tan alınarak kullanılmıştır. Ömer Seyfettin tarafından Genç Kalemler’de soru işareti ile yazılan Yeni Lisan makalesinin tam hali:

 

YENİ LİSAN

Eski Lisan-Edebiyatımız-Millî Edebiyatımız-Şarka Doğru-Garba Doğru-Bugünküler Başkaları-Hastalıklar-Tasfiye-Nasıl? -Milliyete Doğru-Tasfıye Sarfı-İsimler ve Sıfatlar-İmlâ-Gaye-Ey Gençler! -Netice.


Eski Lisan

Nedir? Asla konuşulmayan, Lâtince ve İbranîce gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taallük eden bir şey!.. Size bunun tarihini çabucak çizelim. Biz Asya’dan Garba, Anadolu’ya hicret etmişiz. Din ve edebiyat bize Arabî ve Farisî öğretmiş. Hatta bir zamanlar resmî lisanımız Farisî olduğu gibi, bir padişahımız da Arapçayı bize umumî ve millî bir lisan olmak üzere kabul ettirmeye kalkışmış. Hicretimizin ilk asırlarında Arabî ve Farisî birçok kelimeler lisanımıza girmiş. Bunun kat’iyen zararı yok. Lâkin edebiyat, sanat ve dolayısıyla tezeyyün-i fikrî Arabî ve Farisî kaideler de getirmiş. Türkçe muvazenesini kaybetmiş. Tabiata muhalif ve son derece sun’î bir hâl kesp etmiş. Fakat nasılsa yine aslını, esası olan fiiller ve sîgaların istiklâlini muhafaza etmiştir. İşte bu istiklâldir ki bugün bize Türkçeyi tekrar eski sâfiyet ve sühûletine, tabiîliğine irca etmek ümitlerini veriyor.

Edebiyatımız

Bunu da kısaca söyleyelim: Tabiata muhalif edebiyatımızın birbirinden farklı muhtelif devreler geçirdiğini iddia etmek manasızdır. Edebiyatımızın tarihini yazanlar, tabiî olmaktan ziyade sarî ve irsî bir tasnif veyahut taklit sâikasına mağlûp olarak, bunu yapmışlardır. Mutlaka bir devre istiyorsanız, söyleyelim -bu öyle muhtelif ve müteaddit değil- ancak iki devre vardır:

1. Şark’a Doğru: İran’a.

2. Garb’a Doğru: Fransa’ya.

Vaktiyle Şark’a doğru, İran’a gidenleri bugün Garb’a gidenlere benzetebiliriz. Onlar sözde Türkçe yazdıkları divanların yanına şöhret ve iktidarlarını teyit ve takviye etmek için bir de Farisî divan yapmasını ihmal etmezlermiş. Şimdiki gençlerin Fransızca manzumeler ve piyesler tertip edip iftihar etmeleri gibi. Evet birtakım Türk şairleri, hakîmleri hep Arapça yahut Acem lisanı üzere yazmışlar. Padişahların, hükûmet adamlarının Farisî bilmeleri lâzım gibi imiş. Padişahlardan Farisî divanlar yapanlar gelmiş. Vehbî bu lisanın kolaylıkla temsili için Tuhfe’sini yazmış ve büyük bir hizmet ediyorum, zannetmiş.

Millî Edebiyatımız

Yokmuş. Hâlâ da yok. Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden, iptidaî şarkılardan ibarettir. Bu niçin? Neye bizim millî edebiyatımız yok? Sebep pek basit... İzah edelim: Edebiyat nedir? Eski nazariyeye göre “Şiir ve hayal sanatı” değil mi? Şiirler, hemen umumiyetle denecek derecede “aşk ve muaşaka” hikâyeleridir. Aşk, sevişmek ise dolayısıyla bizde memnudur. Kim sevilir?... On dört on beş yaşında baliğ ve güzel bir kızcağız!... Değil mi? On beş yaşına giren bir kızı muhitimizde babasından, amca ve dayılarından, kardeşlerinden başka kimse göremez. (Faidelerini, kutsiyetini, hikmetini burada tekrar etmek bahsimizden hariç olan) “tesettür” keyfiyeti buna manidir. Bir kocalı kadın, bir dul kadın, yine bu sebeple, sevilmek değil, hatta görülemez bile... Fakat bu muaşaka ihtimalinin külliyen memnu ve merdut bulunmasını edebî, ictimâî terakkîlerimize mâni addetmek -bugün için- turfanda bir ukalalık, büyük bir hatadır. Bu memnuiyet bizi, her terakkî eden kavmin sükût ettiği o müthiş zaaf ve zevk girdabına düşürmeyecek, başımızda hissî sersemlik fırtınaları koparmayacak, bizi maddî ve menfaatle dolu yollarına sevk eylemeyecektir.

Sarka Doğru

Araplar bedevîyet sayesinde kadınlarla muaşaka edebilmişler, hakikaten müessir ve muhrik şiirler vücuda getirmişlerdir. Bizim medenî İslamiyet’imiz kadınlarla erkekleri şiddetle birbirinden ayırdığından hakikî ve mariz aşklara meydan kalmamış. Hakikî aşklar olmayınca şairler hayalleriyle muaşakaya başlamışlar. Şiirlerinde-hakikatin o basit sadeliğine mukâbil hayalin mutantan, alacalı, boş sun’îliği husûle gelmiştir. Samimî hareket edenler, hakikati yazmak isteyenler de ahlâksızlıkları Bizans hislerinden mamul heykeller dikmişlerdir. Nedim’in “Hammâm-nâme”si Fâzıl’ın “Hûbân-nâme”si, Vehbî’nin “Şevk-Engîz”i, Rahmî’nin “Nâme-i Dil”i gibi!... Yüzlerini Şarka doğru çevirerek yazan şairlerin hitaplarını, ahlarını, ohlarını, gazellerini, göz yaşlarını umumiyetle kadınlar için zannedenler bir sünnet çocuğu kadar masumdurlar. O neslin son şairi olan Muallim Naci’nin, son neşr olunan Heder’lerini okuyunuz. Bugünkülerin ihtimal manasını bile bilmedikleri “Hat-âver, çâr-ebrû” gibi tabirler görecek, bazı soğuk telmihlerini pek iğrenç ve ahlâksızca bulacaksınız.

Garba Doğru

Muallim Naci öldükten sonra şark devresini hakkıyla muhafaza edecek adam kalmamış Âkif Paşa’dan beri binasına, teşkîline başlanılan Avrupa mektebi meydan almış. Abdülhamid’in sayesinde siyaset ve ciddiyetle iştigal külliyen lağv olunduğundan bugün kendilerine “dünküler” denilen eski edebî “Servet-i Fünun” heyeti ortaya çıkmıştır. Fikret’le Cenap cidden güzel fakat son derecede milliyetimize, hissimize, zevkimize muhalif Fransızca şiirler vücuda getirmişler. Faik Âli ikinci bir Abdülhak Hâmit olmaya çabalamış, Halit Ziya Fransız romanlarını, hasseten Rene Maizeroy okuyarak sahife sahife nakle başlamış, hasılı hiçbirisi esaslı ve mühim bir teceddüd gösterememişler, yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar. Eserlerinin isimlerini bile Fransızcadan aynen aşırmışlardır.

Les amérsde Phondaları, Perles Noiresları bilmiyorsanız işte bu fenadır. Zira bir gün elinize “Emile Bergarac” imzalı bir kitap geçer ve isminin (Lyre Brisée) olduğunu hayretle görürseniz, o vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur kitabına kendiliğinden bir isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile Fransızcadan aşırmaya mecbur kaldığına müteessir ve müteessif olursunuz. Otuz beş sene evvel başlayansadeliği öldüren onlardır; tekellüm lisanıyla yazı lisanını yani tabiî lisan ile sun’î lisanı birleştirmek değil, kilometrelerle birbirlerinden ayırmışlardır. Onların öyle mısralarına, öyle cümlelerine tesadüf olunur ki içinde hiç Türkçe yoktur. Eski lisanın fenalıklarından hiçbirini değiştirmemişler, yalnız na’tleri, kasideleri, destanları, terkib ve terci-i bendleri, muhammesleri, müseddesleri, murabba’ları, gazelleri, kıt’aları bırakıp yerine sahte sonelerden müteşekkil tatsız ve eskilerden daha manasız, mesrûk bir “salon edebiyatı” vücuda getirmişlerdir.

Bugünküler

Yani Fecr-i Ati... Bunların yegâne meziyeti “dünküler” namını verdikleri eski “Servet-i Fünun” kümesinin mahiyetini, tamamiyle değilse bile, nispeten anlamış olmalarıdır. Fakat henüz kendileri de yeni bir şey yapmamışlar. Ancak beğenmedikleri dünkülerin sun’î eserlerini sahife sahife tekrar etmişlerdir. Dünküler en kullanılmayan kelimeleri eski kamus sahifeleri arasında bularak bir muvaffakiyet imiş gibi lisana katmaya çalışırlardı, ki bugünküler yalnız bu münasebetsizliği taklit etmediler. Merhum Ahmet Şuayb, Gaston de Channe’ın kitabını ismiyle beraber -kendisi tedkik etmiş kendisi tetebbu etmiş, gibi- Türkçeye geçirip âlim şöhretini kazanmasına imrendiler. Onlar da rekabete kalktılar. Acele ettiler. Hiçbirisi Ahmet Şuayb kadar Fransızca bilmiyordu. Anlamadan tercümeye başladılar. Bugün ilmî olarak yazdıkları, yani tercüme ettikleri sahifeleri karıştırır iseniz cümle değil, hatta birçok sîga hataları bile göreceksiniz. Fakat vatanın bütün ümidi yine onlardadır. Onlar zekidirler. Çok gençtirler.

Tabiî okuyacaklar, çalışacaklar, tekâmül edecekler, hele hiç şüphesiz asırlardan beri bizi millî bir edebiyattan mahrum bırakan eski ve sun’î lisanı terk edeceklerdir. Evet ümidimiz onlardadır. Eskilerin hepsi öldü. Dünküler felce uğradılar. Artık yegâne nasipleri ölümdür. Eski lisanı yaşatan bugün “bugünküler”indir. Onların dünküleri taklit etmekten vazgeçtikleri dakika hakikî bir fecir olacak, onların sayesinde yeni bir lisanla terennüm olunan “millî bir edebiyat” doğacaktır.

Hastalıklar

Edebiyatımızın mazisi, hâli hakkında muhtasar fakat oldukça vazıh bir kroki yaptık zannederiz. Görülüyor ki şimdiye kadar millî bir edebiyat vücuda getirmemişiz. Eskiler İran’a teveccüh etmiş, yeniler yani dünküler kendileri için yeni bir lisan ibda etmeğe lüzum görmeyerek ve mümkün olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını kullanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, bir intibah devresine giren Türklere yeni, tabiî bir lisan, kendi lisanları lâzımdır. Millî bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ millî bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları içindeki lüzumsuz ve ecnebî kaidelerdir. Evet şimdiki lisanımızda Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan cem’ler, terkib-i izafi, terkîb-i tavsifi, vasf-ı terkîbîler yaşadıkça saf ve millî addolunamaz. Bu lisanı kimse anlamaz. Ekseriyet bîgâne kalır. Kitaplar satılmaz. Vatanda mütalâa ve tetebbu merakı husule getirilemez. Otuz milyonluk bir memlekette en büyük ve meşhur bir gazeteden otuz bin nüsha satılamaz en mükemmel ve müfit kitabın satışı nadiren bini tecavüz eder.

Tasfiye

Bunu nasıl yapmalı? “Dernek”in arkasına takılıp akim bir irticâ’a doğru, “Buhârâ-yı şerif”teki henüz mebnâî bir hayat süren, müthiş bir vukufsuzluğun, korkunç bir taassubun karanlıkları içinde uyuyan bundan bir düzine asır evvelki günleri yaşayan kavimdaşlarımızın yanına mı gidelim? Bu bir intihardır. Bu, seri ateşli toplarımızı, makineli tüfenklerimizi bırakıp yerlerine; düşmanlarımız gelince -kavimdaşlarımız gibi- üzerlerine atacağımız suları kaynatmaya mahsus çay semaverleri koymaya benzer. Hayır, beş asırdan beri konuştuğumuz kelimeleri, me’nus denilen Arabî ve Farisî kelimeleri mümkün değil terk edemeyiz. Hele aruzu atıp Mehmet Emin Bey’in hecâî vezinlerini hiçbir şair kabul etmez. Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla mükâlememize girmez. Yazı lisaniyle, konuşmak lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya, yahut icat etmiş olacağız. Maharetimizi, sanatımızı, zekâmızı yalnız beş on kişilik bir edip kümesi takdir etmeyecek, karşımızda anlayan, takdir eden, alkışlayan ve mükâfatını veren bir ekseriyet bulunacak.

Nasıl?

Nasıl mı? Pek kolay... Biraz fedakârlıkla herkes yapabilir. Bakınız biraz zahmet demiyoruz, zira tabiî bir hareket için zahmet ve ıstıraba lüzum yoktur. Biraz fedakârlık... Son asrın nihayetlerine doğru garpta kadınlar kendilerini pek sehhar gösteren o dar korsalardan nasıl vazgeçtiler. Nasıl mevhum ve itibarî güzelliklerinden biraz feda ederek evvelâ kendi sıhhatlerine dolayısıyla ileride doğuracakları neslin akıbetini temin ettilerse biz de öyle yapacağız. Türkçe kaidelerle her terkip yapılabilir. Arabî ve Farisî kaidelerle niçin yapıyoruz. Bu bir ihtiyaç mıdır? Hayır, biz onları tezeyyün için, süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için,.. İşte bundan vazgeçelim. Lâfza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sade, beyaz, muhteşem, kavî, ebediyete namzet, mermerden abideler olsun! Bunu ihtiyarlar, bunu dünküler yapamazlar. Hiçbir ölü mezarını kendisi kazmaz. Onlar tabiî yaşamak isterler. Hayatları eskilikle kaimdir “yeni” onların en büyük düşmanıdır.

Milliyete Doğru

Hareket zamanı artık gelmiş ve hatta geçmiştir. Maziye, düne, zevke, itiyada aldanarak maddî düşünmekten vazgeçmemeliyiz. Düşünmeli, yine düşünmeli, tekrar düşünmeli ve kat’î kararımızı vermeliyiz. Lisanımızı böyle dağınık, meçhul, istidatsız bırakan nedir? Arabî ve Farisî kelimeler mi: Asla.. Bir ihtiyaç neticesi olarak girenler bizim olmuş, imlâlarını muhafaza etmekle beraber “Türk” olmuşlardır. Sem’, kafiye, Arabî ve Farisî cem’ler, terkipler yapmak için, sırf süs, sırf ziynet için girenler bu sebepler kalkınca tabiatıyla savuşurlar. Bize vâsi bir lisan lâzım, lâkin muntazam ve mazbut olmak şartıyla! Dünyanın en mükemmel, en basit, en sade ve tabiî bir sarfı olduğu bütün lisan âlimlerince iddia ve beyan olunan Türkçe sarfımızı tanımalı, onun üzerine ifsat edici bir leke gibi düşen ecnebi kaideleri atmalıyız. Arabî ve Farisî edatları asla kullanmamalıyız. Hele terkipleri mutlaka, mutlaka Türkçe kaidesiyle yapmalıyız. O vakit lüzumsuz olan bazı Arabî ve Farisî kelimelerin kendi kendilerine savuştuklarını göreceksiniz.

Tasfiye Sarfı

Bu pek küçük olacak fakat maddeleri az kanunlar nasıl kuvvetli ve mükemmelen riayete elverişli ise bu da öyle sade ve kat’î... Arabî ve Farisî terkipler atılacak. Hangileri müstesna olacak? Evvelâ şunu söyleyelim ki ilmî, fennî ve edebî ıstılahlara şimdilik dokunamayız. Muhîtü’l-Ma’ârif heyeti teşekkül etti. Bütün ıstılahlara kat’î bir şekil verecek. Biz onları bir kelime gibi kabul edeceğiz. Terkip nazarıyla bakmayacağız. Bakınız sonra nasıl:

1- Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan bütün terkipler terk olunacak. Tekrar edelim: Fevka’l-âde, hıfzı’s-sıhha, darb-ı mesel, sevk-i tabi’î gibi klişe olmuş şeyler müstesna...

2- Türkçe cem’ edatından başka kat’iyen ecnebi cem’ edatları kullanılmayacak: İhtimâlât, mekâtib, me’mürîn, hastegân yazacak yerde ihtimaller, mektepler, memurlar, hastalar yazacaksınız. Tabiî kainât, inşaat, ma’âliyât, ahlâk, Müslümân gibi klişe hâline gelmişler müstesna...

3- Diğer Arabî ve Farisî edatları da atacaksınız? Eyâ, ecil, ez, min, an, ender, bâ, berây, bî, ilâ, ter, çe, çend, zihî, alâ, fi, ke’enne, gâh, kâr, gîn, âşâ, veş, ver, nâk, yâr gibi edatlar terk olunacak, ancak tekellüme geçmiş, tamamiyle Türkçeleşmiş olan amma, şâyed, şey, kâşkî, lâkin, nâşî, hemân, hem, henüz, bari, yani gibileri kullanılacak. Unutmayalım ki terk olunmasını arzu ettiğimiz bu edatlar kullanılsa bile terkip kaideleri gibi lisanın tekellüme giren “sanatkâr” gibi kelimeleri serbestçe söyler ve yazabiliriz.

İsimler ve Sıfatlar

Farisî kelimeleri, Arapça mastarları, Türkçemizdeki manalarına göre isim veyahut sıfat telâkki edeceğiz. Farisî ve Arabî nispet manasını ve edatını haiz olan kelimelere umumiyetle sıfat diyeceğiz. Lisanımızda yalnız Türkçe kaideleri hükm edecek; yalnız Türkçe, yalnız Türkçe kaideleri... Türkçenin mekanizmasını bozan Arabî ve Farisî kaideleri bilmeyeceğiz. Anlamayacağız. Bu adım kat’î olacak, Yeni Lisana ilmî, fennî, edebî yazılar yazacağız, hikâyeler telif şiirler tanzim edeceğiz ve eskilerden kimse, hatta Tanin’in, şimdi susan, o meyus ve müteheyyiç münekkidi bile artık mütehakkimâne: “Bizim lisanımızı, dünkülerin lisanını telâffuz ediyorsunuz ve daha senelerce telâffuz edeceksiniz.” demeye cesaret edemeyecek, görecekler ki bu lisan başka bir şeydir. Saftır, tabiîdir. Fuzulî ve Nefî lisanının bir karikatürü, bir taklidi, bir harabesi, bir pastisi yani dünkülerin, kendilerinin lisanı değildir. Şüphesiz ihtiyarlar mevcudiyetlerini muhafaza etmek hissine mağlûp olacaklar, ölümlerini tahakkuk ettirecek; henüz altında kımıldadıkları taze kabirlerinin üzerine bir nisyan abidesi dikecek olan bu teşebbüse tenezzül etmiyorlarmış gibi-hücum etmezlerse bile düşman kalacaklardır.

İmlâ

Arabî ve Farisî kelimelerin imlâları şiddetle; dinî bir taassupla muhafaza olunacak. Türkçelere gelince, mühim iltibasları menetmek için, şimdilik, makul ve mutedil bir tarzda “hurûf-ı imlâ” kullanılacak... İmlâ meselesini zaman halledecektir. Onun için burada muhakemeye lüzum görmüyoruz. Teşekkül edecek “Encümen-i Daniş”lerin âzâları tabiî hep ihtiyar olacak. Onlar da bu meseleyi halledemeyecekler. Hükûmetin lisan ve edebiyatla münasebeti olan kısmı, yani resmî âlimler daha yirmi beş sene evvel bizim “ihtiyarlar ve ölmüşler...” dediğimiz dünkülere “üdebâ-yı cedîde”ye bülûğa ermemiş çocuklar nazarıyla bakacaktır. Onları dört elle sarıldıkça sarıldıkları eskiliği, maziye terk ederek biz gençler kendimiz çalışmalıyız! Siyasî ve ictimâî inkılâplarda, ihtilâllerde iş başına, en öne nasıl gençler, nasıl küçük rütbeli, yahut hiç rütbesiz gençler geçiyorsa ilmî ve edebî ihtilâllerde de yine öyleleri geçmelidir. Fenalığını hiç kimsenin inkâr edemediği eski lisanı ancak gençler esasından değiştirecek ve bir yenilik husûle getireceklerdir. Yoksa edebiyatı; sultanî mektepleri edebiyat muallimlikleri imtihanları için tertip olunan gülünç suallerden ibaret zannedenler değil...

Çalışmalıyız, en muğlâk mevzulardan Yeni Lisan’la tercümeler yapmalı, yazılar yazmalı, manzumeler vücuda getirmeliyiz. Bu maddî delillerdir ki isyan ettiğimiz eski lisanı devirecek, yerine tabiî ve millî lisanı yükseltecektir.

Gaye

Her şeyi hükûmetten beklemeyelim. Bu irsî hastalığı tedavi edelim. Artık lisanımızın ıslah ve tasfiyesini de hükûmete, maarif nezaretine bırakır ve bekler isek vay hâlimize... Maarif Nâzırı Efendi Hazretleri [*] şüphesiz dünyanın en namuslu, en âli, en kalbi temiz bir adamıdır. Kendini bütün hürmetlerimizle selâmlar ve isimlerini işitince kırk beş derecelik bir zaviye hâsıl ederek eğiliriz. Bu, bizim vicdanî, ictimâî, siyasî ve mukaddes bir vazifemizdir. Bununla beraber bu muhterem, bu büyük, bu mütebahhir zatın cümlelerin tarzları ve teşekkülleriyle, muzaf ve muzafun ileyhlerin, sıfat ve mevsufların evvel ve âhir gelmelerinden dimağında hâsıl olan intibaın fen nazarındaki mahiyetini tanımadığını itiraf etmeye mecburuz. Yaşının ve itminanının tesiriyle yeni felsefeye, fennin her hakikati çırçıplak ortaya çıkaran yeni nazariyelerine, yeni hareketlerine yabancıdır. Ve kendilerine benzeyen zatlar Fransa encümen-i danişinde de az değildir. Çünkü bu yabancılık bir iktidarsızlık sayılmaz. Kim ne güzel belâgat, ma’ânî, mantık, fıkıh ve saire bilirler. Fakat psikoloji, fizyoloji gibi yeni ilimleri?.. Hiç! yahut pek az... Bunları bilen, bunlarla muhakeme eden gençler, gençler, gençlerdir. Ömürlerini maziye hasr etmeyip daima müstakbele, fenne, ziya ve hakikate koşan yeni gençlerdir. İhtiyarlarla, ihtiyar gençler artık hiçbir vakit ekseriyeti teşkil edemeyecekler ve bu sebeple muhterem Maarif Nâzırı Efendi Hazretleri’nin riyasetinde toplananların ilmî ve edebî “siyasî değil” fikirleri yalnız kendilerine, yani maziye münhasır kalacaktır. Biz, bütün karanlıklardan uzak, hür ve müstakil, ilim ve edebiyat için çalışacağız. Gayemiz millî bir lisan, millî bir edebiyat vücuda getirmek olacaktır.

Ey Gençler

Ey gençler! Ey bugün eski devirden kalma mekteplerin dar dershanelerindeki kuru sıralar üzerinde müstakbeli kazanmak için çalışan gençler! Sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz bütün dünyaca siyasî ve ictimâî mevcudiyeti silinmek istenilen bir milleti kurtaracaksınız. Evet bütün dünyaca... Avrupalıların hilâl ve salip namına yaptıkları haksızlıkları şüphesiz biliyorsunuz. Unutmayınız ki etrafımızdaki Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan hükûmetleri ihtizâr dakikalarımızı beklediklerini saklamıyorlar. Rumların, Bulgarların, Sırpların Osmanlılık vatanındaki mektepleri meydanda... Oralarda şiddetli bir Türk düşmanlığı talim olunuyor ve bunu bütün dünya biliyor, gazeteler yazıyor. O hâlde, korkmayınız, sizin bilmenizde bir beis yoktur. Mehmet Ali’nin çocukları bir vakit Mısır’da Türkçenin tekellümünü nasıl men edip Türklüğü oradan tart eyledilerse bugün Suriye’de de lisanımıza karşı buna benzer bir istiğna görüyor, oralarda “İstiklâl Fırkası” namıyla bir Arap cemiyeti olduğunu, hatta cemiyetin reisi Avrupa gazetelerine muhbirlik ettiğini anlıyoruz. Arnavutların bir kısmı tarihteki kardeşliğimizi unutarak, millî bir lisan, millî bir edebiyat ihdasına çalışıyor ve fetvalara, İslâmiyet kaidelerinin esaslarına rağmen Hristiyan harflerini, Lâtin harflerini kabul ve tamim için ceht ve gayrette bulunuyorlar. Siyonizmin bile miskin ve irticaî emelleri bizim zararımıza müteallik gibi duruyor. Haricî düşmanlarımızın kırmızı pençeleri, bu pençelerin zehirli tırnakları içimizde, kalbimizin Maarif Nâzır-ı sâbıkı Emrullah Efendi üzerinde kımıldıyor. Ey gençler! Bunları siz duymuyor musunuz? Yirminci asırdaki vâsi ve müthiş “ehl-i salip teşkilâtı” silâhsız ve medenî hücumlarını zavallı yetim hilâle, bizim üzerimize, Osmanlı Türklüğüne tevcih ediyor, beş yüz, altı yüz sene evvelki mağlûbiyetlerin intikam heyecanları bugün kabarıyor ve siz ey gençler, hâlâ uyuyor musunuz?

Netice

Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır. Ve biliniz ki bu asırda muharebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam ve terakkînindir... İşkodra’dan Bağdat’a kadar bu kıtayı, bu Osmanlı memleketini işgal eden Turanî ailesi, Türkler ancak kuvvetli ve ciddî bir terakki ile hâkimiyetlerini, mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakkî ise ilmin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında intişarına vâbestedir. Ve bunları neşir için evvelâ lâzım olan millî ve umumî bir lisandır. Millî ve tabiî bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat yine bu günkü gibi bir muamma hâlinde kalacaktır. Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır. Biz bir köşeye çekilip Nedim’in parlak fakat tabiata muhalif terkiplerini terennüm edersek mezarımızı kendi elimizle kazmış oluruz. Ancak zevk ve şehvet, riya ve temellük mevzularına lâyık olan o süslü lisanı, eski lisanı, beş asırlık bir mantıksızlığın, bir tuhaflığın doğurduğu dünkülerin lisanını terk edelim. Esaslarıyla, kaideleriyle yaşayacak olan Türkçemizi yazalım. Eski ve dünkü edebiyatımızın mahiyetini işte deminden, hulâsa ettik. Acemistan ve Fransa’dan çalınmış şeyler... Onlara kat’iyen ehemmiyet vermeyiniz. Ve biliniz ki edebiyatımız, hakikatte bizim tarihimiz ve milliyetimiz için bir şan değil, bir şeyndir.

Evet, ey gençler! Hepiniz Yeni Lisan’ı ihya ve icada çalışınız. Zekânızı, maharetinizi, dünküleri körü körüne taklide değil, Yeni Lisanı vaz ve tesise sarf ediniz. Yazdığınızı herkes anlarsa, severse kitaplarınız çok satılacak, zengin olacak, sa’yinizin mükâfatını göreceksiniz, dünküleri taklit etmekte devam ederseniz, bir gün nihayet onlar gibi meyus olarak yazı yazmaya tevbe edecek, “otuz milyonun lisanı” diye telif ettiğiniz kitabın beş yüz tane satılmadığını, kâğıdı parasını çıkaramadığını görerek müteessir olacaksınız. Siz muhafazakârlık ettikçe, yani maziye muhip ve sadık kaldıkça kaybolacak olan şahsî menfaatleriniz yanında âli, muhterem, büyük bir menfaat millî menfaat da kaybolacaktır. Bunun için mesulsünüz. Eskiler ve dünküler idraklerinde mahdut ve masum idiler. Sathî ve behîmî düşünürlerdi. Onların gayesi “hâl ve mazi” idi. Sizin gayeniz istikbal, istikbal, istikbaldir. Sizden sonra gelecek olan nesil, idrakinize rağmen, muhafazakâr ve maziye muhip kaldığınızı görürse size ebedî lânetler edecektir.

?

(Ömer Seyfettin, Genç Kalemler, Cilt 2, Sayfa 1, 8 Nisan 1327/21 Nisan 1911, s. 1-7, HTU: 48-51.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızı bekliyoruz.