Translate

Pazartesi, Nisan 17, 2023

Hüseyin Cahid Edebiyat ve Hukuk Orijinal Latinize Metin ve Günümüz Türkçesiyle Servet-i Fünun Dergisi

 

Türkiye’nin uzun süre yayımlanmış önemli dergilerinden olan Servet-i Fünun, edebiyat-ı cedide topluluğunun oluşması, gelişmesi ve dağılması aşamalarında temel yayın organı olmuştur. Topluluğun dağılması Hüseyin Cahit (Yalçın)’in derginin 553. sayısında yayımladığı Edebiyat ve Hukuk başlıklı tercüme makalesinin jurnal edilip derginin padişah tarafından geçici olarak kapatılmasıyla olmuştur. Makalede hiç yer almayan ve kastedilmeyen düşünceler Saray’a bildirilmiş, padişah II. Abdülhamit de derginin kapatılarak sorumluların sürgüne gönderilmesini istemiştir. Fakat sorgulamalar neticesinde jurnalin asılsız olduğu anlaşılarak derginin yayın hayatına devam etmesi ve sorgulananların ceza almaması kararlaştırılmıştır. Fakat bu, topluluğun dağılmasını engelleyememiştir. Yazıda bu makalenin yayımlanması, derginin kapatılması, sorgulama ve derginin tekrar faaliyete geçmesi aşamaları ayrıntılarıyla ve dönemin tanıklarının anlatımlarıyla verilmiş, makalenin günümüz ve Türkçesine aktarımı asıl metni eklenmiştir.

 

 

Edebiyat ve Hukuk Makalesinin Günümüz Türkçesine Aktarımı

Edebî Sohbetler

Edebiyat ve Hukuk Edebiyat ve hukuk aynı zamanda aynı gelişim aşamalarından geçer. Söz gelimi edebiyatta gerçekçilik (realizm) akımının hüküm sürdüğü bir dönemde hukuk kuramlarında da aynı eğilim görülür. Bu uygunluk ve ilişkiyi destekleyen bir örnek olarak Fransa’da 1850-1885 seneleri arasında geçen süre gösterilebilir. Bu otuz beş yıllık zaman boyunca Fransız edebiyatında Realizm, Natüralizm isimleriyle anılan akımlar, güzeli hakikate, sanatı bilime tâbi kılmaya çalışıyorlardı. Romanlardan kişilik kalkarak bunlar bir belgeler toplamı hâline geliyor, tiyatrolardaki kurgusal ve kuramsal birtakım kurallar bırakılarak bir eser sahneye konulacağı zaman mümkün olduğu kadar hakikate yaklaşılıyor; tarih, çok titiz araştırmalar içinde uzmanlaşmaya dalıyor; eleştiri mümkün olduğu derecede analitik, bilimsel olmaya çalışarak imkânı ölçüsünde tarafsızlığını koruyor; şiir bile bilimden, günlük hayattan ilham alıyordu. İşte bu zaman zarfında hukuk maddelerinde hâkim olan görüşlere bakılacak olursa orada da hayalî amaca hiç önem verilmeyip bunun küçümsendiği ve hor görüldüğü anlaşılır. Gerçekten de bu esnada başka hukuk görüşleri de vardı. Zaten her vakit, her yerde düşünceler çeşitlidir. Bir kısım halk geçmişe bağlı kaldıkları hâlde bir kısmı geleceğe doğru koşarlar. Fakat her zaman bu diğeriyle çarpışan kişisel düşünceler sonucunda bir akım oluşur ki ters akımlara, anaforlara rağmen düşünürlerin çoğunu ve düşünmek zahmetine katlanmadan başkalarının düşünmelerinin sonuçlarını hazırca kabul edenleri belli bir yöne doğru sürükler. İşte Fransa’da 1850-1885 seneleri arasında hukuk kuramlarının akımı da herkesi hayalî amacı küçümsemeye yöneltiyordu. Uluslararası “kuvvet hakkı” esasına riayet ediliyordu. Hayat mücadelesi kuramını bu şekilde yanlış yorumlayanlara karşı Voltaire’in önceden cevap vermiş olduğu söylenerek “Felsefe Sözlüğü”nde “savaş” maddesinde yazdığı şu satırlar tekrar edildi: “Bütün hayvanlar sürekli bir savaş hâli içindedirler. Her cins hayvan diğer cinsi mahvetmek için doğmuştur. Hatta koyunlar, güvercinler bile birçok küçük hayvanı öldürürler, aynı bir türün erkekleri dişileri için erkek insanlar gibi aralarında kavga ederler. Hava, toprak, su birer savaş meydanıdır. Allah insanları akıl ile ayrıcalıklı hâle getirdiği bu akıl onları hayvanları taklitten çekinmeye yöneltmelidir. Özellikle tabiat insanlara hemcinslerini telef edecek bir silah vermediği gibi kan içmekten zevk alacak bir içgüdü de vermemiştir.” İnsanlığın hareket tarzını kurtların, yabani, vahşi hayvanların hareket tarzına benzetmeye çalışanlara karşı itiraz eden bu hayalî amaç meftunları ne alaylara maruz kalmadılar! Onlara hayalperest diyerek eğlendiler. Hatta Avrupa’da değil yalnız hükûmetler arasında, bir hükûmetin fertleri arasında da hak ve adalet endişesi, tarihî olaya karşı riayet ve sükût etmek gerekliliğine feda edildi. Bir toplum bir organizmaya benzetiliyordu. Bu organizma büyük bir ağaç gibi kendi kendiliğinden yetişir deniliyordu. Dolayısıyla yenilik yapılması fikriyle bu yetişmeye müdahale etmek, doğal gelişmeyi bozar diye faydasız hatta zararlı sayıldığından, insani ilişkilerde sahte bir hakkaniyet aramaktan, genel konularda birtakım yüce ve soyut kurallara uygun hareket etmeye çalışmaktan ise millet menfaatini günü gününe yoluna koymak yeterli sanılırdı. Hippolyte Taine bir kavmin kazanabileceği toplumsal şeklin kendisinin seçim ve arzusunun üstünde olduğunu, o kavmin tabiatı ile geçmişi neyi gerektirirse eninde sonunda o şekle gireceğini iddia ederdi. Kısmen İngiltere’den, Almanya’dan ödünç alınan bu tarz realist anlayış neticesi olarak, insanlar hakikaten eşit değil iken bunlar arasında eşitlik esasını koymak isteyen Jean-Jacques Rousseau ile az mı alay edildi? Doğal hukuk tarihin açıklanmasında ve analiz edilmesinde böyle küçümsendiği gibi bir toplumu şu durumda düzeltmek için sarf edilmek istenilen mesai de kınanıyordu. Renan, muhtelif ırklar, aynı ırka mensup muhtelif sınıflar, insanlar arasında eşitsizliği getirmenin akıllıca bir hareket olduğunu söyleyerek şu sözleri tereddütsüz yazıyordu: “Bütün bir sınıf halk diğerlerinin şan ve şerefi, kuvvet ve iktidarı ile yaşamalıdır.” Sefalet her vakit var olduğu için hastalık ve ölüm gibi ebedî bir hâl diye düşünülürdü. Dolayısıyla Avrupa toplumunun o vakitki hâlleri karşısında istenen bir hayalî amaç düşünmek bir çılgınlık idi. En ciddi kitaplarda yer bulan bu kuram fiiliyatta da etkisini gösteriyordu. İşte böyle edebiyat ile hukuk yalnız aynı etki altında aynı rengi kazanmakla kalmaz, birbirileri üzerinde de etkileşimde bulunur. Bazen hukuk, edebiyata konu hazırlar, edebiyat da buna karşılık bazı kanun maddelerini düzeltmeye çalışır. Son zamanlarda idam cezası hakkında yazılan şeyler kadar bu etkiyi gösterecek güzel bir örnek yoktur. Joseph de Maistre idam cezasını bir toplum için elzem sayar. Bundan sonra idam cezasının gerekli olup olmadığı edebiyatçılar arasında bitip tükenmek bilmez şiddetli bir kalem kavgasına meydan açar. Suçlunun vücudunun ortadan kaldırılmasının faydalı ve meşru olup olmadığı sorulması gerekli görülerek merhamet ve adalet daha geniş bir şekilde anlaşılacak olursa idam cezasından vazgeçileceği ve darağacından dökülen kan damlalarının birer kötü niyet ve haksızlık tohumu olacağı iddia edilir. Bunun üzerine romanlarda, tiyatrolarda vahşi zamanlardan kalma bir âdet olan bu idam cezası aleyhinde türlü hücumlar görülür. Victor Hugo “Bir Mahkûmun Son Günü” adındaki eserinde ismi, hâli, hatta cinayeti bile meçhul bir mahkûm için okuyucuların kalbinde şefkat ve merhamet oluşturmak gibi bir başarıya erişmiştir. Bu mahkûm, yaşayan insanlar arasından çıkarılmış olması, yalnız giyotin ile idam edilmeye değil, kesilinceye kadar süren o yavaş can çekişmeye mahkûm edilmiş bulunması itibarıyla merhametimize layıktır. Victor Hugo ölünceye kadar bütün şiirlerinde, mektuplarında, her vakit bu fikri savunmakta devam etmiştir. Victor Hugo idam cezası aleyhindeki itirazlarında yalnız da kalmamıştır. Birçok yazar kendisinin tarafını tutarlardı. Aleyhinde bulunanlar da eksik değildi. İşte böylelikle yalnız idam cezası etrafında birçok edebî eser çiçeklendi. Ceza kanunu gibi askerî kanun da yazarların yaratıcılıklarını harekete geçirmiştir. Fransa’da gayet önemsiz bir şey için bir neferi kurşuna dizerler. Önceki yüzyıl sonunda Mercier’den başlayarak Alfred de Vigny’ye varıncaya kadar birçok yazar Fransa askerî kanunlarının bazı maddeleri hakkında dikkati çektikleri gibi zamanımızda Lüsyen de Kav, Abel Hermant, Jean Grave, Jean Ajalbert gibi edebiyatçılar da askerî disiplin adı altında Avrupa ordularında reva görülen zulümden şikâyet etmişlerdir. Medeni kanun de edebiyatın oldukça mühim alış verişi vardır. İşte on dokuzuncu yüzyılda boşanma meselesi. Fransa’da boşanma meselesi kanun koyucu tarafından arka arkaya birbirine zıt yollarla halledildiğinden edebiyat da bu kanun değişikliklerini üzüntüyle karşılamıştır. Evlilik bağı parçalanamaz olursa eşler arasında uyuşmazlık görüldüğü zaman ortaya çıkan hâl de içinden çıkılmaz, üzücü, feci bir şey olur. Keza aynı olay birçok durumda birtakım komik olaylara da meydan açabilir. Fransız komedyalarında şanssız kocalar, açık hanımlar hakkında türlü türlü şakalar vardır. Dramlarda, romanlarda ise kadının sadakatten ayrılması, aile hayatına âşık şeklinde bir üçüncü kişinin dâhil olması üzerine meydana gelen feci olaylar ayrıntılarıyla anlatılmıştır. “Princesse de Cléves” romanında koca, kederinden vefat ederek eşiyle âşığını hayatında birbirlerinden ayırdığı gibi ölümünden sonra, ölümüyle de onları ayırır. “Nouvelle Héloïse”de kadın âşığının kolları arasına düşmek üzere iken vefat ederek kurtulur. George Sand’ın “Jacques” romanında koca, dünyada pek fazla olduğunu hissederek sessizce bir intihar ile ortadan kalkar. Bunlara birtakım düellolar, cinayetler, âşığını hançerleyerek namusunu kurtaran âşıklar, eşi ile âşığını öldüren kocalar, kocasını zehirleyerek kurtulan kadınlar da ilave olunacak olursa boşanmanın olmamasından dolayı ne kadar göz yaşı, ne kadar kan döküldüğü anlaşılır. Dikkate değerdir ki ahlak ve âdetler daima kanunlardan ileride yürür ve çoğunlukla edebiyat da ahlak ve âdetlerden ileride gider. Evlilik, Fransa’da koparılamaz bir bağ olduğu sıralarda tiyatro yazarlarından, romancılardan birçoğu, birbirleriyle uyuşmadıkları hâlde boşanmanın yokluğundan dolayı birbirine ilelebet bağlı kalan biçarelere acırlar, onları isyana sevk ederlerdi. Zina bu edebiyatçıların kalemleri altında şairane bir şey, kınanmayacak bir hâl oldu. Çünkü bazı hâllerde âdeta mazur oluyordu. Göze alınan tehlikelerden dolayı buna bir azamet geliyor, eninde sonunda bir felakete neden olduğu için kalpleri merhamete getiriyordu. Hâsılı, o vakitler evlilik buhranının doğurduğu eserlerin birçoğu boşanma lehinde ya doğrudan doğruya ya dolaylı birer savunmadan ibarettir. Fakat bir gün geldi ki 1789 yönetimiyle Fransa’da boşanma geldi, birinci Napolyon tarafından bizzat uygulandı, Restorasyon Dönemi’yle kaldırıldı ve nihayet yine uygulanmaya başladı. Medeni kanunda meydana gelen bu değişiklik edebiyatçıların edindikleri dil ve yolda da birtakım değişikliklere meydan açtı. Eşlerden her birinin, evlilik dayanılmaz bir hâle geldiği zaman nikâh akdini feshetme hakkı olmaları gereğinde en çok ısrar etmiş edebiyatçılardan biri olan Alexandre Dumas oğlu şu satırları yazıyordu: “Meclis boşanmayı kabul edecek olursa tiyatromuz birdenbire ve tamamıyla değişiverecektir. Moliére’in aldanmış kocaları, dramlarımızın şanssız hanımları sahneden kalkacaktır. Çünkü bu eserler nikâhın bozulamaz olması esası üzerine kurulur. Dolayısıyla boşanma kanunu ile edebiyatta yeni bir akım ortaya çıkacak ve bu da kanunun en iyi sonuçlarından birini oluşturacaktır. Artık bize zinayı dikkat çekici ve önemli bir hâl olmak üzere gösteriyor diye kınanamayacak. Çünkü boşanma var iken zinaya başvurmak ahlaksızlıktır. O hâlde bu konu dramlara değil, komedyalara ait olacaktır.” Alexandre Dumas oğlu’nun bu sözleri gerçekleştiği zaman birtakım yazarlar da Fransa’nın yeni boşanma kanunundaki bazı garipliklerden, mantıksızlıklardan rahatsız oldular. Söz gelimi Fransa’da kanuna göre, zina edenler birbiriyle evlenemezler, karı ile koca iki tarafın rızası ile nikâhı bozamazlar. İşte bu kısım yazarlarda boşanma kanununun bu gibi eksiklerini, garipliklerini konu edinerek fikirleri daha makul, daha serbest bir sonuca ulaştıracak yolda eserler yazmıştır. Buna örnek olarak Paul Hervieux’nun “Kıskaç”, Madame Marya Chéliga’nın “Görenek” tiyatrolarını zikredelim. İşte medeni kanuna ait tek bir nokta etrafında birçok edebî eser yazılmış olduğu görülüyor. Diğer maddelerden dolayı yazılan eserler sayılacak olursa toplam pek yüksek bir miktara çıkar. Alexandre Dumas oğlu gibi bazı yazarlar yalnız ahlak ve çağdaş âdetleri değil kanunları bile değiştirmeyi ve düzeltmeyi kendilerine bir görev bilmişlerdi. Kadınların, gayrimeşru çocukların hâli, mirasa, mülk edinme hakkına ait esaslar romanlarda, tiyatrolarda defalarca tartışmaya açılmıştır. Sanat için sanat taraftarı olanlar güzelliğin faydaya, pratik bir sonuç getirmesi düşüncesine bağlı bulundurulmasını eleştirirler, bununla birlikte, yine birtakım yazarlar topluma ait olan meselelerde düşüncelerine, mizaçlarına göre fikir beyan etmekten kaçınmayarak bu şekilde edebiyat tarihi ile hukuk tarihi arasında sıkı bir ilişki kuruyorlar. 

Hüseyin Cahit

 


 


Edebiyat ve Hukuk Makalesi Orijinal Latinize Hali

Musâhabe-i Edebiye

Edebiyat ve Hukuk

Edebiyat ile hukuk aynı zamanda aynı safahât-ı tekâmülden geçerler. Faraza edebiyatta hakikat-perestlik mesleki hüküm-fermâ olduğu bir devirde nazariyat-ı hukukiyede dahi aynı temayülat görülür. Bu tevafuk ve münasebeti müeyyit emsile cümlesinden olmak üzere Fransa’da 1850-1885 seneleri arasında geçen müddet irae olunabilir. Bu otuz beş senelik zaman zarfında Fransız edebiyatında realizm, natüralizm isimleriyle yâd edilen meslekler, güzeli hakikate, sanatı ilme münkad bulundurmağa sa’y ediyorlardı. Romanlardan şahsiyet kalkarak bunlar bir mecmua-i vesaik hâline geliyor, tiyatrolardaki vaz’î ve itibari birtakım kavaid mehcur kalarak bir eser sahne-i temaşaya konulacağı zaman mümkün olduğu kadar hakikate takarrüp ediliyor; tarih, tetkikat-ı mû-şikâfâne içinde tebahhura dalıyor; tenkit mümkün olduğu derecede tahlilî, ilmî olmağa çalışarak imkân mertebesinde bî-tarafiyeti muhafaza eyliyor; şiir bile ilimden, hayat-ı yevmiyeden mülhem oluyordu. İşte bu zaman zarfında mevâdd-ı hukukiyede hüküm-fermâ olan nazariyata bakılacak olursa orada da gaye-i hayalîye hiç ehemmiyet verilmeyip bunun istihfaf ve istihkar edildiği anlaşılır. Vakıa bu esnada başka nazariyat-ı hukukiye de mevcut idi. Zaten her vakit, her yerde efkâr muhteliftir. Bir kısım halk maziye merbut kaldıkları hâlde bir kısmı atiye doğru şitâbân olurlar. Fakat her zaman bu yekdiğeriyle çarpışan efkâr-ı şahsiye neticesinde bir cereyan peyda olur ki aks-i cereyanlara , anaforlara rağmen mütefekkirînin kısm-ı azamını ve tefekkür zahmetinden vareste kalarak başkalarının netayic-i tefekküratını hazırca kabul edenleri bir istikamet-i muayyeneye doğru sürükler. İşte Fransa’da 1850-1885 seneleri arasında nazariyat-ı hukukiyenin cereyanı da efkârı gaye-i hayalîyi istihfafa sevk ediyordu. Beynelmilel “hakk-ı kuvvet” esasına riayet ediliyordu. Mücadele-i hayat nazariyesini bu suretle su-i tefsir edenlere karşı Volter’in evvelden cevap vermiş olduğu söylenerek “Lugat-ı Felsefi”de “harp” bahsinde yazdığı şu satırlar tekrar edildi: “Bütün hayvanat daimi bir hâl-i harp içindedirler. Her cins hayvan diğer cinsi mahvetmek için doğmuştur. Hatta koyunlar, güvercinler bile birçok hayvanat-ı sagireyi itlaf ederler. Aynı bir nev’in erkekleri dişileri için erkek insanlar gibi aralarında kavgalarda bulunurlar, hava, toprak sular birer meydan-ı ma’rekedir. Cenab-ı Hak insanları akıl ile mümtaz kılmış olduğu için bu akıl onları taklid-i hayvanattan müctenib bulundurmalıdır. Bahusus tabiat insanlara hemcinslerini telef edecek bir silah vermediği gibi kan içmekten zevk alacak bir sevki tabii de vermemiştir.” Beşeriyetin hatt-ı hareketini kurtların, yabani, vahşi hayvanların hatt-ı hareketine benzetmeye çalışanlara karşı itiraz eden bu gayei hayalî meftunları ne istihzalara uğramadılar! Onlara hayalperest diyerek eğlendiler. Hatta Avrupa’da değil yalnız hükûmetler arasında, bir hükûmetin efradı beyninde de endişe-i hak ve adalet vak’a-i tarihiyyeye karşı riayet ve sükût etmek vücubuna feda edildi. Bir hey’et-i içtimaiye bir uzviyete teşbih ediliyordu. Bu uzviyet büyük bir ağaç gibi kendi kendiliğinden neşvünema bulur deniliyordu. Binaenaleyh ıslahat icrası fikriyle neşvünemaya müdahale etmek tekâmül-i tabiîyi ihlal edebileceği cihetle bî-faide hatta muzır addolunduğundan münasebat-ı beşeriyede bir hakkaniyet-i ca’liye aramaktan mesail-i umumiyede birtakım kavaid-i ulviye ve mücerredeye tevfik-i harekete çalışmaktan ise menafi-i milleti günü gününe yoluna koymak kâfi zannedilirdi. İpolit Ten bir kavmin iktisap edebileceği şekl-i içtimai kendisinin ihtiyar ve arzusu fevkinde olduğunu, o kavmin tabiatı ile mazisi neyi icap ederse behemehal o şekle gireceğini iddia ederdi. Kısmen İngiltere’den, Almanya’dan istiare edilen bu tarz telakki-i hakikatperestane neticesi olarak, insanlar hakikaten gayri müsavi iken bunlar arasında müsavat esasını vaz’ etmek isteyen Jan Jak Ruso ile az mı istihza edildi? Hukuk-ı tabiiye tarihin izah ve teşrihinde bu suretle istihfaf edildiği gibi bir heyet-i içtimaiyeyi hâl-i hazırda ıslah için sarf edilmek istenilen mesai de takbih ediliyordu. Renan, muhtelif ırklar, aynı ırka mensup muhtelif sınıflar, insanlar arasında ‘adem-i müsavatı idame etmek âkılane bir hareket olduğunu söyleyerek şu sözleri bila-tereddüt yazıyordu: “Bütün bir sınıf halk diğerlerinin şan ve şerefi, kuvvet ve iktidarı ile yaşamalıdır.” Sefalet her vakit mevcut bulunmuş olduğu için hastalık ve mevt gibi ebedî bir hâl diye telakki edilirdi. Binaenaleyh Avrupa hey’eti içtimaiyesinin o vakitki hâlleri karşısında şayan-ı temenni bir gaye-i hayalî tasavvur etmek bir çılgınlık idi. En ciddi kitaplarda yer bulan bu nazariyat saha-i fiiliyatta da tesirini gösteriyordu. İşte böyle edebiyat ile hukuk yalnız aynı tesirat tahtında aynı rengi iktisap etmekle kalmaz, birbirileri üzerinde de tesirat-ı mütekabilede bulunur. Bazen hukuk, edebiyata mevzu ihzar eder, edebiyat da buna mukabil bazı mevad-ı kanuniyeyi tadile çalışır. Son zamanlarda ceza-yı idam hakkında yazılan şeyler kadar bu tesiratı irae edecek güzel bir misal yoktur. Jozef dö Mester [Joseph de Maistre] ceza-yı idamı bir heyet-i içtimaiye için elzem addeder. Bundan sonra ceza-yı idamın vücup veya ‘adem-i vücubu üdeba arasında bitip tükenmek bilmez mübahasat-ı şedideye meydan açar. Mücrimin izale-i vücudu müfit ve meşru olup olmadığı cayı sual görülerek merhamet ve adalet daha vâsi bir surette telakki edilecek olursa ceza-yı idamdan vazgeçileceği ve darağacından dökülen katarat-ı hûnînin birer tohm-ı garaz ve gadr olacağı iddia edilir. Bunun üzerine romanlarda, tiyatrolarda ezmine-i vahşiyeden kalma bir âdet olan bu ceza-yı idam aleyhinde türlü hücumlar görülür. Viktor Hügo [Victor Hugo] “Bir Mahkûmun Son Günü” namındaki eserinde ismi, hâli, hatta cinayeti bile meçhul bir mahkûm için kulûb-ı kari’înde rikkat ve merhamet peyda etmek gibi bir muvaffakiyete nail olmuştur. Bu mahkûm, zi-hayat insanlar arasından çıkarılmış olması, yalnız giyotin ile idam edilmeye değil, kesilinceye kadar süren o batî hayat-ı  ihtizara mahkûm edilmiş bulunması itibarıyla merhametimize şayandır. Viktor Hügo ölünceye kadar bütün şiirlerinde, mektuplarında, her vakit bu fikri müdafaada sebat etmiştir. Viktor Hügo ceza-yı idam aleyhindeki itirazatında yalnız da kalmamıştır. Birçok muharrirler kendisinin tarafını iltizam ederlerdi. Aleyhinde bulunanlar da eksik değildi. İşte bu suretle yalnız ceza-yı idam etrafında birçok âsâr-ı edebiye tezehhür etti. Ceza kanunu gibi kanunname-i askerî de muharrirlerin karihalarını tahrik etmekten hâlî kalmamıştır. Fransa’da gayet ehemmiyetsiz bir şey için bir neferi kurşuna dizerler. Evvelki asır nihayetinde Mersiye’den başlayarak Alfred dö Vinyi’ye varıncaya kadar birçok muharrirler Avrupa kavanin-i askeriyesinin bazı mevaddı hakkında nazar-ı dikkati celp ettikleri gibi zamanımızda Lüsyen de Kav, Abel Erman, Jan Grav, Jan Ajalber gibi üdeba da inzibat-ı askerî namı tahtında Avrupa ordularında reva görülen mezalimden şikâyet etmişlerdir. Kanun-ı medeni ile de edebiyatın oldukça mühim alış verişi vardır. İşte on dokuzuncu asırda talak meselesi. Fransa’da talak meselesi vâzı-ı  kanun tarafından müteakiben birbirine zıt suretlerle halledildiğinden edebiyat da bu tadilat-ı kanuniyeye göre teessüryâb olmuştur. Rabıta-i izdivaç gayr-i kabil-i kesr olursa zevç ile zevce arasında ‘adem-i imtizaç görüldüğü zaman vücuda gelen hâl de içinden çıkılmaz, hüzn-engiz, feci bir şey olur. Kezalik aynı hadise birçok ahvalde birtakım vekayi-i mudhikeye de meydan açabilir. Fransız komedyalarında bedbaht zevçler, açık zevceler hakkında türlü türlü latifeler vardır. Dramlarda, romanlarda ise kadının sadakati izdivacından inhirafı, hayat-ı aileye âşık suretinde bir şahs-ı sâlisin duhûlü üzerine tahaddüs eden vekayi-i fecia tafsil ve izah edilmiştir. “Prenses Dö Klev” romanında zevç kederinden vefat ederek zevcesiyle âşığını hayatında birbirlerinden ayırdığı gibi ba’de’l-vefat, mematıyla da onları ayırır. “Novel Aloiz”de kadın âşığının kolları arasına düşmek üzere iken vefat ederek kurtulur. Jorj San’ın “Jak” romanında zevç dünyada pek fazla olduğunu hissederek sessizce bir intihar ile ortadan kalkar. Bunlara birtakım düellolar, cinayetler, âşıkasını hançerleyerek namusunu kurtaran âşıklar, zevcesi ile âşığını öldüren zevçler kocasını, zehirleyerek kurtulan kadınlar da ilave olunacak olursa talakın ‘adem-i mevcudiyetinden dolayı ne kadar göz yaşları, ne kadar kanlar döküldüğü anlaşılır. Şayan-ı dikkattir ki ahlak ve âdât daima kavaninden ileride yürür ve ekseriya edebiyat da ahlak ve âdâttan ileride gider. İzdivaç Fransa’da gayr-i kabil-i infikâk bir rabıta olduğu sıralarda tiyatro muharrirlerinden, romancılardan birçoğu, birbirleriyle imtizaç edemedikleri hâlde talakın ‘adem-i mevcudiyetinden nâşi birbirine ilelebet merbut kalan biçarelere acırlar, onları tuğyana sevk ederlerdi. Zina bu üdebanın kalemleri altında şairane bir şey, takbih edilmeyecek bir hâl oldu. Çünkü bazı ahvalde âdeta mazur oluyordu. Göze alınan tehlikelerden dolayı buna bir azamet geliyor, behemehal bir felakete saik olduğu için kalpleri rikkate getiriyordu. Hâsılı, o vakitler buhran-ı izdivacın tevlit ettiği eserlerin birçoğu talak lehinde ya doğrudan doğruya ya bilvasıta birer müdafaanameden ibarettir. Fakat bir gün geldi ki 1789 idaresiyle Fransa’da talak teessüs etti, Birinci Napolyon tarafından bizzat tatbik olundu, restorasyon devriyle ref’ edildi ve nihayet yine tatbik olunmaya başladı. Kanun-ı medenide vukua gelen bu tebeddül, üdebanın ittihaz ettikleri lisan ve meslekte de birtakım tebeddülata meydan açtı. Zevç ile zevceden her birinin, izdivaç gayr-i kabil-i tahammül bir hâle geldiği zaman akd-i nikâhı fesihte muhtar olmaları lüzumunda en çok ısrar etmiş üdebadan biri olan Aleksandır Dumazade şu satırları yazıyordu: “Mecalis talakı kabul edecek olursa tiyatromuz birdenbire ve tamamıyla tebeddül ediverecektir. Molyer’in aldanmış kocaları , dramlarımızın bedbaht zevceleri sahne-i temaşadan kalkacaktır. Çünkü bu eserler nikâhın gayr-i kabil-i fesih olması esası üzerine ibtina ederler. Binaenaleyh talak kanunu ile edebiyatta yeni bir meslek vücut bulacak ve bu da kanunun en iyi neticelerinden birini teşkil edecektir. Artık bize zinayı calib-i dikkat ve ehemmiyet bir hâl olmak üzere irae ediyor diye ta’n olunamayacak. Çünkü talak var iken zinaya müracaat etmek ahlaksızlıktır. O hâlde bu mevzu dramlar değil, komedyalara ait olacaktır.” Aleksandır Dumazade’nin bu sözleri kesb-i hakikat ettiği zaman birtakım muharrirler de Fransa’nın talak kanun-ı cedidindeki bazı garabetlerden, mantıksızlıklardan müteessir oldular. Faraza Fransa’da kanunu mucibince zani ile müznibe birbiriyle izdivaç edemezler, zevç ile zevce rıza-yı tarafeyn ile fesh-i nikâha muktedir olamazlar. İşte bu kısım muharrirlerde talak kanununun bu gibi nevakısını, garabetini mevzu ittihaz ederek fikirleri daha makul, daha serbest bir neticeye isal edecek yolda eserler yazmıştır. Bu meyanda Pol Erviyo’nun “Kıskaç” , Madam Marya Şeliga’nın “Görenek” tiyatrolarını zikredelim. İşte kanun-ı medenîye ait tek bir nokta etrafında birçok âsâr-ı edebiye tezehhür etmiş olduğu görülüyor. Diğer mevaddın da tevlit ettiği eserler sayılacak olursa yekûn pek yüksek bir miktara çıkar. Aleksandır Dumazade gibi bazı muharrirler yalnız ahlak ve âdât-ı  muasırîni değil kavanini bile tadil ve tashih etmeyi kendilerine bir vazife bilmişlerdi. Kadınların, etfal-i gayr-i meşruanın hâli, mirasa, hakk-ı temellüke ait esaslar romanlarda, tiyatrolarda zemin-i münakaşaya defaat ile vaz’ olunmuştur. Sanat için sanat taraftarı olanlar güzelliğin faydaya, bir netice-i ameliye istihsali fikrine tâbi bulundurulmasını takbih eylerler, mamafih, yine birtakım muharrirler heyet-i içtimaiyeye ait olan mesailde fikirlerine, mizaçlarına göre beyan-ı fikir etmekten hâlî kalmayarak bu suretle tarih-i edebiyat ile tarih-i hukuk arasında sıkı münasebat vücuda getiriyorlar.

Hüseyin Cahid

 

Kaynak: Dergi Kapatan Yazı: Edebiyat ve Hukuk-Ersoy Topuzkanamış

 




Yazarın Biyografisi:

Türk gazeteci, yazar, çevirmen ve siyaset adamıdır.
1875 yılında Balıkesir’de doğdu. İlköğrenimini İstanbul’da, ortaöğrenimini Serez’de Askeri Rüştiye’de tamamladı.
1889’da İstanbul Dersaadet İdadi Mülkiyesi’ne kaydoldu. Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başladı.
Edebiyat hayatına hikâye, roman ve mensur şiir yazarak başlayan Hüseyin Cahit, "Hayal İçinde" adlı ilk romanını
1891’de yayımladı. Lise öğrenimini tamamladıktan sonra 1893-1896 yılları arasında İstanbul’da, Mekteb-i Mülkiye’de yükseköğrenim gördü.
Okulun son sınıfında birkaç arkadaşıyla “Mektep” adlı dergiyi çıkararak gazeteciliğe başladı.
Gazetecilik, eleştiri ve çeviri alanlarında eserler verdi. Daha sonra Edebiyat-ı Cedide Topluluğuna katılan Hüseyin Cahit, gazetecilik yaşamını Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan öyküleri, sanata ilişkin makalelerinin yanı sıra,
Mütalaa, Tarik, Sabah ve Saadet gibi gazetelerdeki yazıları ile sürdürdü.
Edebiyat-ı Cedide’nin önemli isimlerinden biri olan sanatçı, Meşrutiyet’ten sonra Tanin gazetesini çıkardı ve siyaset hayatına atıldı.
1896’da yükseköğrenimini ikincilikle tamamladı. Bir süre Maarif Nezareti Mektub-i Kalemi’nde çalıştıktan sonra 1897 yılından itibaren Vefa ve Mercan İdadilerinde Türkçe, Fransızca öğretmenliği ve idarecilik yaptı. 1899’da ilk öykü kitabı Hayat-ı Muhayyel yayımlandı.
1908’de Osmanlı parlamentosuna seçilen Hüseyin Cahit Yalçın, tarihimizdeki ilk gazeteci milletvekilidir. Fransız ve İtalyan edebiyatından bazı roman ve öyküler çeviren sanatçı, çeşitli konulardaki bilim eserlerini “Oğlumun Kütüphanesi” başlığı altında yayımladı.
1957 yılında İstanbul’da hayatını kaybetti.

Kaynak:https://uskudar.edu.tr/tr/bilim-insani/huseyin-cahit-yalcin

Tanıdığım Ot, Bitki, Ağaç, Meyveler

1.  Sütleğen, Sütlüce



2.  Ballı Baba




3.  Karahindiba



4.  Ebegümeci



5.  Yoğurt Otu



6.  Çoban Çantası



7. Yabani Hardal


8. Madımak, Kuş pepesi, Pepe kuşu otu




9. Kuş Üzümü


10. Dar yapraklı sinir otu





11.  Kuzu Kulağı



12. Şevketibostan, şevket-i bostan, şevketi bostan, akkız



13.  Sirken



14.  Sarmaşık, tefek, kuşkonmaz




15.  Adaçayı



16.  Kekik 



16.  Papatya 



17.  Hünnap